Tarihe Bütünsel Bakış
Her toplumda olduğu gibi Türklerde de ilkel komün dediğimiz bir toplum biçimi yaşanmıştır. Daha çok doğayla iç içe yaşanan bir sosyal sınıfın diğerini ezip sömürmediği, kardeşliğin, doğruluğun, cesaretin, yardımlaşmanın hakim olduğu bir toplumdur bu. Bir kişinin ötekini çalıştırıp sırtından geçinmesi mümkün değildir. Yaşamını devem ettirmek ve soyunu sürdürmekten öteye bir amacın olmadığı bu toplumda bugünün dünyasına mahsus yalancılık, ihanet, korkaklık ve her türden kötü insan özellikleri yok denecek kadar azdı. Bunlar insana yakıştırılmadığı için ayıplanır, hor görülürdü.
Her toplumda olduğu gibi Türklerde de ilkel komün dediğimiz bir toplum biçimi yaşanmıştır. Daha çok doğayla iç içe yaşanan bir sosyal sınıfın diğerini ezip sömürmediği, kardeşliğin, doğruluğun, cesaretin, yardımlaşmanın hakim olduğu bir toplumdur bu. Bir kişinin ötekini çalıştırıp sırtından geçinmesi mümkün değildir. Yaşamını devem ettirmek ve soyunu sürdürmekten öteye bir amacın olmadığı bu toplumda bugünün dünyasına mahsus yalancılık, ihanet, korkaklık ve her türden kötü insan özellikleri yok denecek kadar azdı. Bunlar insana yakıştırılmadığı için ayıplanır, hor görülürdü.
Türklerde de tarihin belli bir evresinde sınıflı topluma geçilmiştir. Toplumun bölünmeyle yani çeşitli çıkarları ortaklaşmış sosyal tabakalara ayrılmasıyla birlikte sosyal çatışmalar da başlamıştır. Bu süreci her toplum içinde bulunduğu şartlara göre farklı şekillerde yaşamıştır.
İlkel sınıfsız toplumdan sınıfların varolduğu ‘sınıflı toplum biçimine’ geçişle beraber Türklerde de sınıf çatışmaları başlamıştır. Bu çatışmaların bir tarafı hep yöneten, sömüren egemen sınıf olmuştur. Tarih boyunca süren bu sınıf savaşlarından egemen sınıflar her zaman kendi paylarına dersler çıkarmayı bilmişlerdir. Ders çıkarmakla kalmayıp bu dersleri kendinden sonra yerini alacaklara aktarmayı bilmiştir. Bilim, kültür, sanat gibi toplum değerlerini yönettikleri halktan hep saklamışlar, bunları kendileri yapmışlardır. Tarihi de kendileri yazıp çıkarlarına uygun hale getirmek ve egemenliklerini devam ettirmek için bir araç olarak kullanmışlardır. Tarihi ve tarih bilimini kendi amaçları için dayanak yapmışlardır. Böyle bir yaklaşım egemen sınıfların ortak hafızasına kazınmıştır, yani tarihi gerçeklere objektif bakmak onlar açısından hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Egemen sınıf dışındakiler ise benzeri bir ortak hafızaya kavuşma konusunda zorlanmışlardır. Bunun en temel sebebi tarihe egemen sınıfların gözüyle bakan aydınların tarih yazmalarıdır.
Türklerin Ortaasya’dan başlayan Anadolu’ya ve günümüze dek süren tarihleri egemen sınıfların tarihiymiş gibi yazılmıştır. Bu tarihte halkın varlığından bile söz edilmediğini hayretle görmek mümkündür. Sanki Ortaasya’da sadece kağanlar, başbuğlar, beyler yaşamıştır. Selçuklu zamanında yalnız beyler, büyük komutanlar, sultanlar vardır. Aynı şekilde Osmanlı zamanında padişahlar, hükümdarlar, subaşılar, kadılar vardır. Bu egemenlerin dışında, göçebenin, yörüklerin, reayanın, çiftçinin varlığından tarih yapıcılar olarak değil de, KULLAR olarak söz eden bir egemen sınıf tarihidir bu. Böyle bir tarih yazımı ve kavrayışı egemen sınıf iktidarının yenilmezliği üzerine kurulmuştur. Bu düşüncenin güncelliği devam ediyor.
Selçuklu ve Osmanlı egemenleri Türk soyundan geldiklerini kabul etmezler. Kendi köklerini islam tarihi çerçevesinde İran’a dayandırmaya çalışırlar. Bu dönemde tarih yazımı da gerçeklerden ziyade padişaha övgüden ibaret güzellemelerdir. Yenilgilerini bile çeşitli süslemelerle yengi gibi anlatabilmişlerdi. Anlatılan olaylar sadece birer olgu olarak verilmiştir.
Tanzimatla birlikte Osmanlıcılık, milliyetçilik, islamcılık düşüncelerinin tartışıldığı ortamda tarihe de yeniden eğilme ihtiyacı doğmuştur. Bu düşünceler çerçevesinde tarih de yeniden yazılmıştır.
Cumhuriyet ile birlikte tarihten, ‘bir ulus yaratmak’ için yararlanmaya çalışılır. Ülke ve ulus bilinci olmayan bir egemen sınıfın kendi tarih kavrayışını halka dayattığı bir döneme böylece girilmiştir. Bu uğurda ortaya konulan eserlerin ve teorilerin geldiği noktayı görmek için okullarda ders olarak okutulan tarihe bakmak yeter. Tarih kitaplarında gerçekle ilgisi olmayan yer yer komik anlatımlar genç beyinlerin aydınlığını karartmaktan başka bir işe yaramıyor. Sınıflı toplumun tarih anlayışı bu noktada işlevini yerine getirmiş oluyor.
Tarih yazımını hakim sınıfların aydınları yazınca, halk sınıflarının kendilerine karşı yaptıkları isyanları ve devrimleri de çarpıtarak anlatırlar. Halkın tüm isyan ve devrimleri sapkınlık, dinden çıkmak vs olarak yazılır hep. Oysa isyan ve devrimin sebebi zengin sınıfların doymak bilmez iktidar ve mülkiyet açlıkları olmuştur hep. Selçuklu ve Osmanlı egemen sınıflarına karşı halkın direnişi zaman zaman başarıya da uluşmıştır. Ancak bunlar da yok hükmünde sayılmıştır. Bu isyanların birkaçını saymakta yarar var. Büyük Selçuklu’yu yıkan 1153 yılında başlayan BÜYÜK OĞUZ İSYANIDIR. Anadolu Selçuklusu’nu yıkan 1240’da başlayan BABAİLER İSYANIDIR. Osmanlının en debdebeli devri olan Lale Devrine son veren 1730 yılında başlayan PATRONA HALİL önderliğindeki halk hareketidir. Ondan sonra da Osmanlı iflah olmamıştır. Batı emperyalizmi, Osmanlının varlığına ihtiyaç duymadığı noktada da yıkılmasına engel olmaktan vazgeçmiştir. Bu isyanların çapını ve etkilerini egemen sınıflar inkar ededursun gerçek şu ki yolsul sınıflar baskı ve sömürüye karşı tarih boyunca görkemli direnişler ortaya koymuştur. Sınıflı toplumun sahipleri, kendi despot, kanlı tarihlerini unutturmaya çalıştıkları gibi halkın direniş tarihlerini de unutturmaya çalışmışlardır.
Göçebelik,
Türkler doğuda bugünkü Moğolistanda uzun bir tarihsel evre yaşadılar. Burada bulunan Ötüken ormanında ilk siyasi örgütlerini kurdular. Hun, Göktürk ve Uygur gibi Türk kökenli göçebe boyların kurdukları siyasi örgütler, devlet öncesi ilk örgütlenmelerdir. Bu döneme ait bilgiler ağırlıkla Çin kaynaklarından elde edilmiştir. Bu toplumların birkaç da yazıt bıraktıklarını biliyoruz. Yazıtlarda somut ve güncel imgelerle anlatım hakimdir. Yazıtlardan Ötüken ormanında ilk siyasal örgütlerini kurduklarını yani ‘il tuttuklarını’ ormanın da bu yüzden kutsal sayıldığını öğreniyoruz.
Hun, Göktürk ve Uygurların kurdukları siyasal birliklere Devlet demek güçtür. Aynı şekilde bütün Ortaasya bozkırlarında boylara dayalı fakat üniter olmayan pek çok birlik de devlet olarak görülemez. Çok güçlü gibi görünen bu yapılar gevşek boy federasyonlarıdır. Boylar belli zamanlar hariç kendi bağımsız yaşamlarına birbirinden uzakta devam ederler. Bu boylarda en küçük iktisadi birim büyük ailedir. Bu göçebe topluluklarını en iyi tanımlayan kavram Engels’in ‘Askeri Demokrasi’ kavramıdır. Engels’in ‘herkes kendi silahına sahip savaşçı olduğundan boy üyelerinin eşit söz sahibi bulunduğu daha demokratik ve daha eşitlikçi bağımsız topluluklar’ tanımı göçebe toplulukları anlatır. Boy üyeleri çoban- savaşçılardır. Savaş zamanı bir başbuğ seçerler, savaş bitince eski bağımsız yaşamlarına geri dönerler. Göçebe kabilelerin bu yaşam biçimi Türkler Ortaasya’dan çıktıktan sonra da devam eder. 13.yy.da Cengiz Han’la birlikte kabilesine bağlı olmayan doğrudan imparatora bağlı askeri birlikler kurduğunda merkezileşmeden bahsedilir. Bunun koşulu 13.yy.a gelindiğinde göçebe feodalizminin iyice gelişmesi ve sınıf ayrımlarının belirginleşmesidir. Ancak bununla birlikte bozkırda göçebe siyasal merkezileşmesi sağlanabilmiştir.
Türklerin kurduğu ilk siyasal birliklerde sınıflaşma olgusu keskin değildir. Ancak yine de vardır. Mülkiyetin konusu toprak değildir. At, koyun, sığır gibi geçim kaynaklarıdır. Topluluğun güvenliği için hem çoban hem de savaşçı olmak zorunluluğu vardır. Otlak bulmak ve korumak sürü sahibi olmaktan daha önemlidir. Sosyal yaşamda ve siyasal örgütlenmede askeri demokrasinin temeli budur.
Bütün toplumlarda görülen yabanıl göçebelik dönemi Türklerde daha uzunca bir zamanı kapsar. Bunun nedeni burjuva aydınlarının iddia ettikleri gibi (Selçuklu ve Osmanlı’da da aynı iddia vardır) etrak-i bi idrak (idraksiz Türkler, Naima Tarihi c.1,s.238.) değildir. Göçebeliğin uzun sürmesinin nedenlerini toplumsal yaşamın yeniden üretimini sağlayan koşullarda aramak gerekir. Yaşam araçları dediğimiz beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesneler ile bunları elde etmek için gerekli araç ve gereçlerin hepsi yaşamın yeniden üretimi için gereklidir. Ortaasya bozkırlarında yaşamın yeniden üretilmesinin maddi temeli topluluk için güvenli otlaklar ve sürülerin varlığıdır. Bozkırdaki insanın emeği bu yeniden üretimin organizasyonu ile uğraşır. Böyle bir emeğin üretkenlik sınırı çobanlık ve savaşçılıktan ibarettir. Ortaasya’da sürüler için geniş otlakların bulunması uzunca bir süre toprağa bağlanmadan yeniden üretimi olanaklı kılmıştır. Geniş bozkırların sağladığı bu olanak tarihin ileriki dönemlerinde bir dezavantajın nedeni olur. Göçebe yaşam eşitlikçi toplum yapısına uygun bir zemin sunmaktadır. Bu eşitlikçilik, yeni toplumsal sınıfların ortaya çıkmasını engellediği gibi özel mülkiyet ve değişimle beraber servetler arası eşitsizlikle başkasının emek gücünden yararlanabilme olanağını da frenleyen bir etkidir. (Ancak olgular bunun göreceli bir durum olduğunu gösteriyor) İnsanlığın yaşadığı gelişme aşamalarından antik köleci toplum düzenine denk düşen toplum biçiminin bozkırda gelişmemesinin sebebi budur. Bu hiçbir köleci uygulamanın olmadığı anlamına da gelmez. Göçebelerde de savaşların sonunda köle elde edilmiştir. Hatta kölelerden boylar bile kurulmuştur. Bu ve benzeri köleci uygulamalar hiçbir zaman köleci toplum diyebileceğimiz bir düzeye ve örgütlenmeye kavuşmamıştır. Köleler daha çok savaşlarda ve özel hizmetlerde kullanılmıştır.
Türk boyları, komünleri doğal koşulların etkisi ile birbirlerini otlaklardan çıkartarak sürekli batıya ilerler. Seyhun ve Ceyhun nehirleri ile Aral ve Hazar Denizi çevresindeki bozkır ve yaylalarda çoğalırlar. İslamla bu bölgede ilişki kurarlar. Türkler 10.yy.a kadar oralarda bulunan eski halklarla beraber İslam’a karşı direnirler. Türkler’in İslam’a karşı direnişlerinde hiç hesaba katmadıkları bir müttefikleri vardır;şiiler.
Türkler İslam’a kitleler halinde tanışmaya başladıklarında kendi içlerinde sınıflara bölünme olgusunu yaşıyorlardı. Boyların savaş zamanlarında başında bulunan şefleri zamanla bey haline gelmişlerdir. Özellikle Seyhun ırmağı civarında nüfus ve hayvan sayıları artar. Kendilerinden önce bölgede bulunan ve gittikleri yerlerdeki insanlarla ticaret yaparlar. Ticaretin değişim yoluyla yarattığı birikimleri ilk önce değerlendirenler boy beyleri, şefleri olur. Horasan, Merv ve Gazne ülkesinin yakınlarındaki yerleşik kent ve köylerle ticaret yaparlar. Hayvan sürülerinin saf meta özelliğinin artmasıyla kabile ve boy ilişkileri çözülme sürecine girer. Sınıfsız ilkel kömün toplumu parçalanmaya başlar. Bunun doğal sonucu olarak göç düzeni değişime uğrar. Boylar halinde göçün adı ‘Küriyen’ denilen biçimidir. Küriyen yerleşme düzeni bütün obanın daire şeklindeki askeri şefin yani beyin etrafında yerleşmesidir. Birkaç yüz çadırı kapsayan en küçük göç birimidir. İlk ayrıcalıkla sınıfın ortaya çıkma sürecinde ise en küçük göç birimi ‘ağıl’ adını alır. Ağılın özelliği en küçük göç biriminin bir aile olmasıdır. Hayvan sürüsünün meta özelliği ön plana çıkınca zengin aileler kabileden ayrı göç etmeye başlarlar. Ekonomik açıdan kazançlı olan bu göç birimi güvenlik açısından ise sakıncalıdır. Zenginler özellikle yağma, çapul ve savaş zamanlarında kendileri küriyen göçle dolaşırken sürülerini ağıl biçimindeki göçlerde tutarlar. ‘Küriyen’den ‘ağıl’a geçiş aynı zamanda otlaklarda ortak mülkiyetten özel mülkiyete geçişin de nedenini oluşturur. İlk sınıflara bölünmenin önemli dayanaklarından biri bu gelişme olmuştur. Aynı gelişme Moğolların Cengiz Han devletinin kurulma koşullarını da yaratır. Cengiz Han soyluların zenginleşmesi için çalışır.
Türklerde bu gelişim ilk sınıflı toplum biçimi olan antik üretim biçimine doğru gidişi hızlandırmakla beraber Selçuklu Devletine kadar merkezi bir siyasal örgütlenme yaratamaz. Zenginlik ve güvenlik arayışı içinde bazen geçici birlikler oluştururlar bazen savaşırlar bazen de bölgedeki kurulu devletlerle ilişkileri olur.
Bu çekişmelerin etkisiyle Selçuklu Devletini kuracak olan Tuğrul ve Çağrı beyler toplulukları ile Seyhan nehri civarından güneye inerler. Bir taraftan da bu inişe Moğolların yukarıdan yaptığı baskı neden olur. Aslında Türklerin arkasında Moğol baskısı hep olmuştur. Ortaasya’dan beri şu ya da bu oranda bu baskıyı Türkler hep hissederler. Yani birçoklarını hep meşgul eden Türklerin neden Ortaasya’dan çıktıkları meselesinin birbirinin içine geçen iki yanıtı vardır. Birincisi geçim imkanlarının daralması, ikincisi ise daha arkadan gelen Moğol baskısıdır. Türkler Seyhan nehrinden daha güneye Horasan bölgesine inerler. Bölgede Gezne Devleti'nin hakimiyeti vardır. Gazne devleti kalabalık ve merkeze bağlı güçlü bir ordu beslemektedir. Bölgeden ağır vergiler alınmaktadır. Horasanın tefeci-bezirgan eşrafı bu durumdan hoşnut dağildir. Ancak yapacak birşeyleri yoktur. İşte tam da böyle bir ihtiyacın olduğu bir dönemde Türkler bölgeyle ilişki kurar. Eşrafın güvenlik ve daha masrafsız bir yönetim ihtiyacı ile Selçuklu liderlerinin ekonomik siyasi gelecek arayışları örtüşmüş olur. Bu ihtiyaçlarının buluşması ile Türlerin bölgeyle bağlarını güçlendirmesi ve Gazne Devletini karşılarına almaları sonucunu doğurur. Selçuklular bu sürecin kaçınılmaz savaşına 1040’ta girerek bölgedeki Gazne gücüne son verirler.
Devlet Olmanın Dini İslam,

İslam devletleri ise göçebelerle şii misyonerler kadar ilgili olmazlar. Ena-l hak (tanrı benim) diyen Hallac-ı Mansur bu misyonerlerden biridir. Mistiklerin, sufilerin, dervişlerin, erenlerin İslamı, sünni İslamın eleştirisi üzerine kurulmuş akılcılık öğelerini de barındıran bir düşünce ve inanç sistemidir. Türklerin şiiliği kolay benimsemelerinin bir nedeni de Emevilerin islam kılıcı ile Türkleri büyük bir kırımdan geçirdikten sonra Ali evlatları ile tanışmalarıdır. Ali evlatlarının Emevilere tarihsel muhalefeti Türklerinde sempatisini kazandı.
Selçukoğulları sünnilikle tam anlamıyla bütünleşmeden önce Türklerin egemen merkezi otoritelere karşı gelişen isyanların içinde olduklarını görüyoruz. Örneğin Emevi iktidarına son veren şii isyancısı Ebu Müslim’ in güçlerinin büyük bölümünü Türk boyları oluştururlar.
Nişabur’da Sinbad adlı bir sufinin önderliğindeki isyanda da Türkler bulunur(755-756). Maveraünnehir’de de Türk İshak büyük bir isyan düzenlemiştir. 775 yılında başlayıp 6 yıl süren Mukanna isyanı da bunlardan biridir. Mukanna mistisizmin bir düşüncesi olan ‘tanrı ile bütünleştiğini’ söylüyordu.
Babek isimli bir mistiğin önderliğinde Azerbaycan’da 816’da başlayan ve tam 22 yıl halife Mu’mun ve Mu’tasım’ın ordularıyla savaşanların içinde de Türkler vardı. Babek Ebumüslimin bir gün mutlaka dünyaya döneceğini söylüyordu. Babek Bağdat’ta işkence ile öldürüldü.
Türklerin islamla tanıştıkları dönem komünün sınıflara bölündüğü, sınıf karşıtlıklarının ayan beyan olduğu bir dönemdir. Yerleşik Türlerin İslamiyeti sünnilik olmuştur genellikle, göçebenin ise şiilik kaynaklıdır. Göçebe beylerin temsilcisi Selçukoğulları Tuğrul ve Çağrı beyler Horasan zenginlerinin beklentilerini doğru algılarlar. Horasan kendilerini göçebe Türklerin yağmalarından koruyacak göçebeleri kontrol altında tutacak bir Türk iktidarına razıdır. Selçuklu Gazne devleti ile son hesaplaşmasını 1040 Dandanekan savaşı ile yapar ve bu yönde hiçbir engel kalmaz. İleride sünniliğin bayraktarlığını yapacak olan Selçukoğulları işte böyle bir ortamda merkezi bir devlet kurmanın olanaklarına kavuşurlar. Yerleşik Horasan eşrafı ile tam bir ittifak geliştirirler. Kendilerinden önceki idari yapıya ve kadrolara dayanarak en önemlisi de bütün bunların kültürel, moral dayanaklarını yani sünni islamı benimserler. Başından beri medenileşmenin, devletleşmenin dini olan İslam, Selçukoğullarının da devletleşmesi için uygun bir bakışaçısı olur. Toplumsal sınfların düzenini ve çıkarların hukukunu birleştiren ve temsil eden islamın sunduğu bu olanağı Selçukoğulları iyi değerlendirirler. Geniş oğuz kitleleri ise zaman içinde hem Selçukluya hem sünni islamın düzenleyiciliğine karşı eleştirel bir ideolojiye kavuşur; Şii mistisizmi.
Oğuzlar müslüman olma sürecinde türkmen olarak adlandırılmaya başlanır. Oğuz-Türk-Türkmen diyen Gazneli tarihçi Gerdizi olur (10.yy). Müslüman olan oguzlara “imanlı türk” anlamında türkmen denilmiş olabileceğini iddia edende vardır. Başka bir görüşte “-men “ekinin kuvvet kazandırıcı anlamı üzerinde durarak “asıl türk” diye anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Bu görüş daha doğru kabül edilebilir. Türk sözü oğuz”u da içerir. İslamiyetten önce türkmen deyimi ise hemen hiç kullanılmaz. İslamiyetle birlikte selçuklu soyu kendisine bir kök ve geçmiş arama uğraşı içindedir. Soylarının Türk olduğunu inkar ederler İran'a dayandırmaya çalışırlar. Selçuklu sultanlarının çoğunun adı İran masal kahramanlarıdır. Selçuklunun bu inkarının aksine geniş yığınlar asıl türk anlamında türkmen olarak adlandırılır. Sınıfsal karşıtlığın dini inançlarda yarattığı farklılaşma tarihe sahip çıkma konusunda da benzer bir farklılığı yaratır. Selçuklu ve daha sonra Osmanlı Türk'ü ve Türkleri her zaman aşağıladığı halde göçebe köylü halk Türk sözünü daha da güçlendirerek Türkmen adını alır. Kaynaklar Oğuzların İslamlaşmasıyla birlikte Türkmen adının yaygınlık kazandığını gösteriyor.
Merkezi Devlet ve Muhalefeti,
Tuğrul ve Çağrı beyler Horasan sünni eşrafı ve bilginleri ile ittifak içinde devletin temellerini atarlar. Paralı olmayan ve yağma ile geçinen ordunun kenti yağmalanmasını engellemek bir hayli güçtür. Tuğrul 40.000 dinar alıp ordusuna dağıtmakla geçiştirir. Selçuklu bu civarda hakimiyet kurduktan sonra halife ile ilişkiye girer. Halifenin isteklerine olumsuz yanıt verdiği halde halife ihtilalci şii İsmaililerden kendisini Selçuklunun koruyabileceğini bildiği için 1045’te Tuğrul’a sultan adı ile para basmasına izin verir. Daha sonra ise ‘Rükned-din’ lakabını verir. Halife İslam’ın koruyucusu olarak Selçuklu’yu sayar. Tuğrul 1058 yılında da Bağdat’taki halifenin kızı ile evlenir ve yüzyıllar sürecek İslamcılık başlamış olur.
Selçuklunun gelişme dönemindeki politikaları içinden çıktıkları Türkmenlerle çatışarak geçer. Çatışmanın temel nedeni İslam ticaretinin güvenliğinin sağlanması kaygısıdır. Ticaretin tehdit unsuru olan Türkmenler aynı devlet içinde yaşamalarına rağmen özerk yapılarını sürdürürler. Türkmenleri denetleme, kentlerden uzak tutma siyaseti Selçuklu’ya başka bir dünya açar. Bu dünya Anadolu’dur. Selçuklunun İslam ülkelerinde iktidarının ayak bağı olan Türkmenlerin buralardan uzaklaştırılması siyaseti 1071 Malazgirt savaşına götürür. Bizansın direnişi kırılırsa göçebe Türklenler Anadoluya rahatça gönderilebilecektir böylece, öyle de olmuştur. Savaşta Bizans’ın askeri gücü yok edilir. Selçuklu gücünün önünde hiçbir engel yoktur. Buna rağmen Selçuklu Anadolu’ya girmediği gibi herhangi bir toprak talebi de olmaz. Yapılan anlaşmaya göre 1.500.000 altın ve her yıl 360.000 altın alınacaktır. O günün koşullarında böyle bir zaferden sonra yapılan anlaşma çok hafiftir. Yalnızca bir formalite özelliğindedir. Gerçekten de bu zaferden sonra Selçuklu Anadolu da hakimiyet iddiasında bulunmaz. Türkmen göçebeler ise daha öncede gelmeye başladıkları Anadolu'ya artarak gelmeye devam ettiler. Selçuklunu bela olarak gördüğü göçebelerin Anadolu'ya akmasına engel olacak bir Bizans gücü kalmamıştı.
Selçuklu egemenlerinin göçebeye böyle bir yol açmalarına rağmen Türkmen sorunu devam edecektir.
Selçuklular, böylece ticaret yollarını koruyan merkezi devlet yapısını ele almış, önceden var olanlarla birlikte yeni kurumlar da yaratmıştır. Kurumlaşmanın baş mimarı 1063’te Alparslan’ın veziri olan Nizam-ül Mülk’tür. Nizam 1092’ye kadar Alparslan’dan sonra Melikşah’a da vezirlik edecektir. Nizam iktidar kurumlarını geliştirir, Sulçukluya devlet olmayı öğretir bir bakıma. Nizam’ın hayatına son veren, onun geliştirdiği bu iktidara kendi usulleriyle bir muhalefet yürüten Hasan Sabbah olmuştur.
Nizam’ın sosyal olarak merkezi mutlak monarşi diyebileceğimiz güçlü bir bürokrasi yaratması yanında egemenlere sadık ulema da yetiştirmiştir. Bunun için medrese düzenini Selçuklu egemenliğinin dayanakları arasına yerleştiren Nizamiye medreselerini kurdu. İkta sistemini (ikta: toprak yada diğer gelir kaynaklarının vergisini birine bağışlamak) ordu düzeni ile bütünleştiren de yine Nizam olmuştur.
Toplumsal çevrimin kanunları ayrım gözetmeksizin tüm uluslar tüm toplumlar için işler. Medeniyete (sınıflı toplum biçimi) geçmemiş komün halinde yaşayan bir topluluk, eğer barbarlığın son aşamasında ise orijinal bir medeniyet yaratabiliyor. Eğer Türkler gibi orta barbarlık, göçebelik aşamasını yaşıyorsa orijinal bir medeniyet yaratamıyor bunun yerine çöken bir medeniyeti yeniden canlandırıyorlardı. İşte Türkler tam olarak bunu yaptılar, çöküş halindeki İslam medeniyetini rönesansa uğrattılar. Türkler Ortaasya’dan aşağılara doğru boylar, komünler halinde akarken önlerinde çökmüş bir İslam medeniyeti bulurlar ve onu komün ruhuyla yeniden canlandırırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder