Dünya ve ülkemiz iki kutuplu süper güçler rekabetiyle
yürüyen soğuk savaşın sona ermesiyle yeni bir çağa adım atmıştı.Genellikle
küreselleşme olarak tanımlanan bu yeni çağın birçok alanda derin etkileri oldu
ve olmaya da devam ediyor.
İçine
girdiğimiz bu yeni çağda soğuk savaş dönemine ait tüm sosyal, siyasal, ekonomik
gerçekler yeniden biçimlendi. Bu biçimlenişe yön veren asıl etken ise
yeryüzünün bir ‘tek pisaya’ haline gelmesiydi. Evet yeryüzünde artık piyasa
denilen işleyiş tek bir organizma gibi hareket edebiliyordu. Ve bu organizmanın
oyun sahası eskisi gibi ulus devletler ya da kıtalar değil tüm dünya idi. Yani kullanabileceği
malzeme miktarı artık dünyadaki tüm doğal ve insani kaynakların sınırı kadardı.
Daha önce ulaşamadığı köylere, dağ başlarına kadar her türlü pisliğini
bulaştırabilirdi. Öyle de yaptı. Fakat tüm dünyaya yayılmasına rağmen on yıl
geçmeden 2001 de yine krize girdi. Neden? Tüm dünyanın kaynağı yetmedi mi? İşte
mesele tam da burada düğümleniyor. Kerteriz noktası denilen şey tam olarak
budur. Karaya oturduğu nokta yani. Kapitalizm insan ruhlarına kadar nüfuz
edebiliyorken niye bu kadar krizle, kerterizle karşılaşır?
Sağıyla,
soluyla tüm iktisatçılar anlaşmışcasına bunun yapısal nedenleri olduğunu
anlatıyorlar. İnternette binlerce analiz mevcut ve genellikle de doğru
analizler. Detaya girmeye gerek yok. Tabi analitik yorumun sakatlıklarına
girmiyoruz burada, konuyu dağıtmadan gidelim. Çare olarak yine anlaşmışcasına
daha fazla üretim, işte yerli üretim, ithal ikameci ekonominin terk edilmesi, istihdamın
güçlendirilmesi, yapısal önlemler vs vs. Teşhisler ve tedaviler konusunda
ilginç bir şekilde anlaşmış gibi hepsi de.
Kriz veya başka bir konuyu ele alırken birçok açıdan bakabiliriz, önemli, önemsiz birçok yönünü ortaya koyabiliriz. Fakat tüm bu karmaşa içindeki ana halkayı bulabilmeliyiz. Çünkü ana halkayı bulup ondan asılınca zincirin diğer halkaları da onun peşi sıra gelir. İşte bizim için o ana halkanın adı ''piyasa organizmasının büyümeye bağımlılığıdır''. Benzetmek gibi olsun, piyasa domuz gibidir. Domuzların her şeyi yiyen açgözlü hayvanlar olduğu bilinir. Doğduklarında ne kadar sevimlidirler oysa. Piyasa da ilk ortaya çıktığında bin yıllar önce çok sevimli bir yerdi. Ama bin yıllar içinde aynı domuzlar gibi canlı, cansız önüne gelen her şeyi yedi ve bugünkü korkunç haline ulaştı. Şimdilerde kendi yavrularını yiyor, bazı domuzların yaptığı gibi. Yer mi yer, birilerini iktidar yapar, zengin yapar sonra ham yapar. İşte bu krizde tanık olduğumuz bazı olaylar da böyledir. Ya da örneğin, domuzların kendi dışkılarında uyumaları gibi krize neden olanlar da kriz yokmuş gibi davranabiliyorlar.
Kriz veya başka bir konuyu ele alırken birçok açıdan bakabiliriz, önemli, önemsiz birçok yönünü ortaya koyabiliriz. Fakat tüm bu karmaşa içindeki ana halkayı bulabilmeliyiz. Çünkü ana halkayı bulup ondan asılınca zincirin diğer halkaları da onun peşi sıra gelir. İşte bizim için o ana halkanın adı ''piyasa organizmasının büyümeye bağımlılığıdır''. Benzetmek gibi olsun, piyasa domuz gibidir. Domuzların her şeyi yiyen açgözlü hayvanlar olduğu bilinir. Doğduklarında ne kadar sevimlidirler oysa. Piyasa da ilk ortaya çıktığında bin yıllar önce çok sevimli bir yerdi. Ama bin yıllar içinde aynı domuzlar gibi canlı, cansız önüne gelen her şeyi yedi ve bugünkü korkunç haline ulaştı. Şimdilerde kendi yavrularını yiyor, bazı domuzların yaptığı gibi. Yer mi yer, birilerini iktidar yapar, zengin yapar sonra ham yapar. İşte bu krizde tanık olduğumuz bazı olaylar da böyledir. Ya da örneğin, domuzların kendi dışkılarında uyumaları gibi krize neden olanlar da kriz yokmuş gibi davranabiliyorlar.
Piyasa
adını verdiğimiz bu domuz tarih içinde sürekli semirip devleşir. 1990’lardan
itibaren tüm dünyada koşturup her şeyi yediği halde on yıl gibi kısa bir süre
sonra yine krize girdi. İşte piyasanın büyüme bağımlılığı domuzun doymayan
açgözlülüğü ile aynı şeydir. Asla doymaz, doyamaz yapısında yoktur doymak, hani
günlük hayatımızda çokca karşılaştığımız bir insan davranışı vardır. Yoksullar
değil de daha çok zenginler dert yanar, parasal sıkıntılarından, tam da böyle bir
şeydir. İki farklı düzeyin aynı ruh halidir.

Sonuçta piyasanın ARZ, TALEP, FİYAT üçlüsü (BABA, OĞUL, KUTSAL RUH sembolik algısıyla insan zihnine çakılan meşhur üçlü, yani mahşerin üç atlısı) tarih içinde azgınlaşarak yollarına devam ederler her daim. Bunların devri daimi, kanuncul ilerleyişi böyle olmuştur. Her zaman bir öncekinden daha fazla arz, daha fazla talep ve daha fazla fiyat olmak zorundadır, büyümek zorundadırlar. İşte bu büyüme belli aralıklarla belli bariyerlere toslar, belli kerterizlerde karaya oturur. İçlerinden lider olanlar bağırır ''hepimiz aynı gemideyiz'' diye. Tayfalar denize iner gemiyi ittir kaktır yeniden suya döndürürler, hoop bir sonraki kriz gelir. Kapitalizmin, genel olarak sınıflı toplum çevriminin kaderi budur. Yani piyasalar her zaman azgınlaşmak zorundadır, binalar ve zinaların artması gibi. Neden, çünkü her türlü mal ve hizmetin en az maliyetle, en azami karla üretimi ve tüketimi için organize olmuştur. Her şey onun hizmetine girmek zorundadır ve artık tüm dünyadır o herşey. İşte burası da yolun sonu oluyor. Hoşgeldiniz yani. Piyasacılara 'cee' yapmak lazım bu noktada. Çünkü kabala öğretisinden öğrenmiş olmalılar ki her türlü hikaye beş aşmada son bulur. Bunu İbni Haldun usta anlatmış, ondan da bakabilirler. Çevrim bilgisi verileriyle, örnekleriyle ortaya koymuş oradan da bakabilirler. Ama pardon, yok saymak en iyisi. ''Çevrim bilgisi de neymiş. Görmeyiz olur biter. En fazla akademisyenlerimize söyleriz bize tercüme ederler, olur biter. Çaktırmadan çalarız nasılsa, çalmak bizim işimiz ne de olsa.'' İyi de be salak piyasacı çaldığın şey elinde patlayacak türden bir şey. Çünkü çaldığın öğretinin birinci maddesi diyor ki ‘bizden bir şey çalamazsın, çünkü zaten çıplak geldik, sevgili hariç her şeyimizi alabilirsin’ Anladın mı acaba, salak kelimesi burada işe yarar gibi duruyor. Neyse çalmana gerek yok, çalamazsın yani. Hırsızlık bizim dairemizde bitti. Hoş geldiniz yeni gerçekliğe. Sizi böyle böyle insanlaştıracağız diyeceğim de olur musunuz bilmem. Bakacağız artık, neyse konu dağıldı yine. Konuya dönelim lütfen.
En
son iki kutuplu dünya yok olmuş yerine yeni dünya düzeni yani küreselleşme (bu
kelimeyi de kim bulduysa, çok mu düşündüler acaba, kesin Fukuyama ya da Tofler)
neyse tüm dünya tek piyasa olarak işlemeye başlamıştı. Doğa ve insan
kaynaklarını tükettikçe piyasa denilen domuzumuz çalışanların ekmeğine göz
dikti öncelikle. Çalışanların sanayi devriminden beri elde edip biriktirdiği ne
kadar sosyal, siyasal, ekonomik, sendikal hak ve özgürlükleri varsa hepsinin
kutuplardaki buzullar gibi eridiğine tanık olduk.
Sadece çalışanların hak ve özgürlüklerinde değil bilim, sanat, kültür, eğitim, sağlık, ahlaki, insani tüm değerlerin hepsinde bir erime vardı. Hayatın her alanında bir çölleşme ve erozyon hakim oldu. İşte böylesi bir çağın içindeyiz. Piyasa domuzunun girdiği yerde ot bitmiyordu kısaca. Ama insancıkların ruhlarına mülayim oyuncakları çoktu. Arabalar, uçaklar, kadınlar, eğlenceler, erkekler, seksler, her türden ibnelikler yani azıtmalar gani gani… Toplumsal cinsiyet vs. bunları geçelim, tercihiniz tabi ki bizi ilgilendirmez, ortalığa döküp piyasalaştırmayın yeter, o kadar. Yoksa kimse kimsenin ibneliğine karışamaz, sizden önce biz koruruz sizin ibneliğinizi (gay demiyorum dikkat, ingilizce no, je parle français) paran varsa başka, öyle mi, paran varsa tabi. Bir de zamanın ve çevren olmalı. Bu üçlü de ayrıca ele alınmalı mesela. Para, zaman, çevre üçlüsü ilginçtir. Neyse geçtim, konuya geldim.
Sadece çalışanların hak ve özgürlüklerinde değil bilim, sanat, kültür, eğitim, sağlık, ahlaki, insani tüm değerlerin hepsinde bir erime vardı. Hayatın her alanında bir çölleşme ve erozyon hakim oldu. İşte böylesi bir çağın içindeyiz. Piyasa domuzunun girdiği yerde ot bitmiyordu kısaca. Ama insancıkların ruhlarına mülayim oyuncakları çoktu. Arabalar, uçaklar, kadınlar, eğlenceler, erkekler, seksler, her türden ibnelikler yani azıtmalar gani gani… Toplumsal cinsiyet vs. bunları geçelim, tercihiniz tabi ki bizi ilgilendirmez, ortalığa döküp piyasalaştırmayın yeter, o kadar. Yoksa kimse kimsenin ibneliğine karışamaz, sizden önce biz koruruz sizin ibneliğinizi (gay demiyorum dikkat, ingilizce no, je parle français) paran varsa başka, öyle mi, paran varsa tabi. Bir de zamanın ve çevren olmalı. Bu üçlü de ayrıca ele alınmalı mesela. Para, zaman, çevre üçlüsü ilginçtir. Neyse geçtim, konuya geldim.
Bu
süreçte, yani şu küreselleşme çağında ki buna biz kişi çevriminin başlangıcı
diyoruz iki kutuplu dünyaya dair ne varsa tuz buz oldu. Daha önce piyasa ve
onun sahiplerine karşı özellikle proletarya ve hakları yenilmiş ne kadar insan
toplumu varsa hepsinin kullandığı bazı araç gereçler vardı ve işe yarıyordu. Parti,
sendika, yürüyüşler filan, halaylar, sloganlar, tüzükler, bir mayıslar,
örgütler, toplantılar… Fakat küreselleşme
denilen bu çağda bizim hani şu domuz öylesine büyümüştü ki, bu araçların
hiçbir etkisi olmuyordu. Domuzdan kıl bile koparmak mümkün değildi. Çünkü domuza
karşı, insanların bugüne kadar kullana geldikleri mücadele araç ve yöntemleri iki
kutuplu dünyaya ait geleneksel biçimlerdi. Dolayısıyla domuzların politikaları
karşısında yetersiz kalıyordu. Bu kadar basitti aslında. Yoksa insanların aklında,
fikrinde, ruhunda bir sorun yoktu. Sadece ikra’r edemiyorlardı durumu. ''Bak
dostum daha derin bir hikaye var galiba bu gidişatta'’ dediğinde ise, ''yok canım
bak halaylar devam, türküler susmaz'' şeklinde cevap alıyordunuz. Ve tabi o halay, ünlü bir
düşünürün dediği gibi ''doğru bir yerden bir yere, halay her yere götürürdü seni''.
İşte her yere gidiş böyle oldu. Reklam ajanslarına mı dersiniz, holding ceoluğuna mı dersiniz, saray peçeteciliğine mi dersiniz, yetmez ama evete mi dersiniz. Ama en çok da gericiliğe götürdü o halay
insanları. Ama bunun adı ‘yeni gericilikti’. Ve tabi daha bilgiç, daha entel,
daha ince. Neyse konu yine dağıldı. Bu kriz işte böyle bir kriz, her şeye nane.
Çünkü süreklileşecek ve her olaya nüfuz edecek artık. Geçmeyen bir krize adım attık yani. O yüzden sadece onunla ilgili
yazmak zor artık. Artık ölüm çağı açıldı diyelim, hani şu piyasa vardı ya domuz
pegy. Maalesef, yaah… Uyanabilir miyiz acaba, göreceğiz. Bazen ölmek lazım
uyanmak için. Sufilerimiz güzel söyler bu sahayı. Ölünce uyanırız belki...
Şimdi bir taraftan piyasa ve ona bağlı tüm gerçeklerin hikayesi devam ediyor, diğer yandan insanların hikayesi devam ediyor. Fakat
bunlardan başka bir de tarihin hikayesi var ve o da devam ediyor. Onun da ayrı bir hayatı
var, bu ikisiyle dans etse de kendi hayatı var. Onun hayatı
bambaşka bir hayat ve belli yasalarla ilerliyor. Çevrim yasaları diyoruz,
duydunuz mu bilmem. Ben duydum şok oldum. İşte bu tarih denen garibim de bu
yasaların dışına maalesef çıkamıyor. Allah'ın işleri bunlar, bir tür emir kulu yani o da. Şimdi Allah'ın işleri derken gökyüzünde yaşayan bir Allah tasavvurunuz varsa onu bi silin. Öyle bir Allah yok tabi ki. Doğada ve insanda işleyen bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm yasaların birliği bütünlüğü diyelim mi ona. Geçtik. Geldik piyasaya. İşte o yasalar ne piyasa denen domuzu takıyor, ne onun
sahiplerini, ne çiftliği ne de insanları, kendi şeysi var yani. Ama bunları da
dinlemiyor değil, aklına yatarsa beraber yürüyorlar. O kada rda sert bir arkadaş
kendisi. Ya onun yasalarına uyarsın ya da sen bilirsin. Sen bilirsin dediği an
ölürsün demek istemiştir o. Emin misin diye sorarsanız, evet eminim. Aslında başka
da bir şeyden emin değilimya, neyse. Yine konu dağılıyorken toparlıyoruz,
sakin. Nerede kaldık, hah buldum oni da…
İşte bu tarih açısından yani insanlık tarihi açısından
geldiğimiz noktada tüm gerçekler değişmişti. Değişen gerçeklerle uyumlu bir
bakış açısına sahip olmadan sosyal, ekonomik, eğitim, beslenme, sağlık,
güvenlik, hatta kişisel psikolojik hiçbir sorunun üstesinden gelemiyorduk. İtiraf
vakti tam da şu an mesela, tarihsel itiraf manasında. Bir örnek verip
geçiyorum, hangi ilaç hangi psikolojik soruna çare olmuştur acaba. Bir örnek
verilebilirse yeterli olur, özür diler müzik yapmaya dönerim. Ama hayır en çok
da psikiyatristlerin bildiği gibi böyle bir şey olmadı. Ama piyasada her türden
ilaç var, nasıl oluyor. El cevap. Yok. O halde devam ediyorum, klarnet beklesin
biraz daha. Ama nedense biz hala eski ideolojilerle, felsefelerle, politik
yaklaşımlarla çözüm üretmeye çalışıyoruz. İşte yanıldığımız nokta tam olarak da
burası oluyor. Çünkü yeni sorunlara eski bakış açılarıyla çözüm üretilemez ki,
değil mi?
Sanayi
toplumu daha en başından üretim ve tüketim temeli üzerine kurulmuştur. Üretilen
mal ve hizmetlerin önce ulusal ölçekte daha sonra dünya ölçeğinde piyasalara
arzı ve devamındaki birikim döngüsünün çalışması üzerine kurulmuştur tüm
medeniyet. Böylesi bir medeniyetin temel unsurları da üretim ve tüketim
döngülerine göre oluşmuştur. Üretim ve tüketim döngülerinin sürdürülebilirliği
ise bunların sürekli olarak büyümesine bağlıdır. Hemen her araştırma, akademik
inceleme bu döngünün büyümeden başka bir yolla sürdürülemeyeceğini söyler. Gerçekten
de son beşyüz yıllık insanlık tarihi teknik altyapıları değişip gelişse de
sürekli büyümeye bağımlı olmuştur. Şimdi işin ilginç tarafı piyasa denilen şey gençleri her türlü maddeye bağımlı yapmak için kıçını yırtar, torbacılık yapar ama kendisi en büyük bağımlı ve tedavisi yok, ölecek yani. Üstelik sürünerek, göreceğiz. Üretim ve tüketimin büyümemesi demek bu
devamlılığın sona ermesi demektir. O yüzden en gelişmişinden en gerisine kadar
tüm ekonomikler sürekli bir büyümeden bahseder. Ama işte yolun soruna geldik. Hani
roman vardı YOLUN SONU diye. İşte onun başlangıcındayız canlarım. Domates yetiştirmeyi
bilen var mı sahi. Ben ve birkaç arkadaşımız biraz alıklığımızdan biraz
salaklığımızdan dolayı öğrendik. Başka şeyleri de siz öğretirsiniz artık, hazır
bir öğrenciniz var mesela.
Dünyanın
neresinde olursa olsun her iktidar veya uluslar arası kuruluş işte bu büyümenin
sürdürülebilirliği üzerine inşa eder ekonomi-politikalarını. Oysa son otuz
yıldır yaşananlar bize çok sade bir gerçeği alttan alta hatırlatıp durdu. Artık
sürekli büyümeye endeksli üretim ve tüketim döngüsünü ne dünyanın kaynakları
kaldırabiliyor ne de toplumların sosyal psikolojik yapısı. Çünkü üretim ve
tüketimin sürekli büyümeye dayalı bu yapısı doğanın ve insanın kaldırabileceği
sınırları çoktan aştı. Üretim ve tüketim döngülerinin büyümeye bağımlılığı,
üzerinde yaşadığımız dünyanın her türden doğal dengesini bozduğu gibi, insan
yapısını da hem genetik hem ruhsal açıdan insanlıktan çıkardı, fazlasıyla. Yani
uyanıp balığı çıkabiliriz artık. Düşünsenize doymadan yiyen insanlar var
yeryüzünde, sevmeden sevişen, yol almadan hareket eden manyaklar filan var. İnanmadan
tapınan insanlar var, ne yapacağını bilmeden biriktiren canlılar var. Bu nedir
acaba, bu nedir yani. Bir fikri olan var mı, bilen varsa anlatsın lütfen. Çünkü
ben bilmiyorum. Hakkaten bilmiyorum. Yok canım değil. En değerli kelimeyi
söylüyorum şu an. Konuyu dağıtmaya meyilli olduğumuz belli. Hadi yine
toparlayalım sıkıldım zira. (zira ne, demeyin lütfen :) )
Dolayısıyla
en temel sorun olarak doğa ve insan uyumunun sanayi toplumunun başlangıcından
beri adım adım yok olmaya başladığını, fakat 1990’lardan itibaren tüm dünyanın
tek piyasa haline gelmesiyle bu uyumsuzluğun diğer tüm sorunların temel kaynağı
haline geldiğini tespit etmeliyiz. Emek-sermaye, çevre, şiddet, terör, etnik,
eğitim, sağlık ve devamında sayılabilecek sorunların kaynağı doğa ve insan
dengesinin temelden bozulmasıdır. Toplumsal, siyasal, ekonomik göstergelerle
ortaya çıkan sorunların en altında çalışan gerçeklik işte budur. Çünkü hem doğa,
hem insan taşıyabileceği sınırların ötesinde bir üretim ve tüketim baskısı ile
karşı karşıyadır.
Her
türlü üretimin başlangıcı doğadır. İçtiğimiz çaydan, çiplere, uçaktan motora,
bardaktan arabaya, yazılımdan beyaz eşyaya kadar istisnasız her üretimin kökeni
doğaya dayanmak zorundadır. Üretim için, doğanın dışında ve ötesinde herhangi
bir kaynaktan malzeme sağlanamaz. Geldiğimiz noktada aşarı üretim-tüketim ve
sürekli büyümeye bağımlılık dünyanın doğasının kaldırabileceği sınırların
ötesine geçti. Bu, insanlığın ve dolayısıyla ülkemizin de yüzleşmesi gereken en
temel gerçeğidir.
Fakat
bu gerçeğin hemen yanı başında başka bir gerçek daha var. Büyümeye alışmış bu
yapı büyümenin önündeki her tür engeli kendi varlığı için tehlike olarak
görüyor, ki haksız da sayılmaz. Büyümeye engel her ne varsa onunla savaşmayı
görev edinmiştir. Bu engel, insan hakları, demokrasi olabileceği gibi,
ücretlerin düzeyi de olabilir, sağlık, eğitim harcamaları da olabilir. Üretim
ve tüketimi körüklemeyen film yaptığınızda gösterim şansı olmayabilir örneğin,
ya da ne kadar saçma ve gereksiz de olsa piyasayı büyütüyorsa o mal yararlı
kabul edilir, reklamı için devasa paralar harcanır. İnsanların beğenileriyle
ünlenmiş kız ve erkekler cinsellikleriyle bunları bize kakalamak için para
alırlar, kaşe deniyor adına. Aralarında bir hiyerarşi var bu kaşecilerde, kim
daha çok kandırırsa kaşesi o kadar yüksek oluyor. Hatta rakip sermaye grupları veya
herhangi bir ulusal devletin hükümeti de büyümenin önünde engel olarak
görülerek yenisiyle değiştirmek üzere gereken tedbirler uygulamaya konulabilir.
Sonuç
olarak, artık günümüzde doğa ve insan döngülerinin temelden sarsılması
gerçeğinin üzerinden atlayarak hiçbir soruna gerçekçi bir yaklaşım
geliştirilemez. Toplumsal, kişisel sorunların çözümünden tutun da demokrasi,
insan hakları, çalışma hayatı, barınma, beslenme, eğitim, sağlık, güvenlik gibi
tüm sorunların çözümü bu temel sorunun farkında olup tedaviler konusundaki
yaklaşımımıza bağlıdır.
Teşhis ve tedavi birbirini besleyen iki etken olduğuna göre teşhisin doğru konulması bizi her adımda tedaviye yaklaştıracaktır. Tedavi ayrı konu, başka zaman...
Teşhis ve tedavi birbirini besleyen iki etken olduğuna göre teşhisin doğru konulması bizi her adımda tedaviye yaklaştıracaktır. Tedavi ayrı konu, başka zaman...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder