Rasyonalist Tanrılar, İlk
medeniyetler doğal olarak Sümer medeniyetini örnek alırlar, çünkü
başlangıç orasıdır. Bu medeniyetler olağan sınırlarına
ulaştığında tarihte yeni bir tıkanma ya da duraksama görünümü
ortay çıkar. Fakat hemen peşisıra Helen ve Roma Medeniyetleriyle
antik tarihteki bu tıkanma aşılır. Tıkanıklık aşılınca
antik tarihin küreselleşme koşulları oluşur. Ve bu
küreselleşmeye antik tarihte ilk kez İslam Medeniyetiyle ulaşılır.
Ondan sonra zaten çöküş aşaması gelmiştir. Uzun bir ortaçağdan
sonra sınıflı toplumun antik zamanlarının sonuna gelinmiştir.
Artık modern zamanlar açılıyordur, ki bu çağda tüm kutsallık
ve tek tanrı inancı bilimsel bilgiyle bilince çıkarılacaktır.
Modern
zamanlarda kutsallığı izah etmeye çalışan rasyonalizm ya da
laisizm ise her şeyin kökenini Sümer tabletlerinde ya da Tevrat'da
bulur fakat Kuran'a pek yaklaşmaz. En fazla Tevrat'ın, İncil'in
ve Kuran'ın Sümer'deki köklerinden yola çakarak ilginç teoriler
geliştirmekle yetinir. Bu teorilerin ortak noktası kutsal
kitaplardaki efsanelerin bu kitaplardan çok önce zaten bilindiği,
dolayısıyla bu kitapların orijinal olmadığı yönündedir.
Kutsal kitapların peygamberler tarafından yazıldığı, çünkü
zaten öyle gökte yaşayan ve her şeyi yaratan bir tanrının
olamayacağı, bunun bilimsel olarak mümkün olmadığı anlatılır.
Hemen söylemek gerekir ki, evet bu tür bir tanrı yoktur, fakat bir
tür tanrı algısı vardır. ''Kutsal kitaplarda anlatılan türden
bir tanrı yoktur'' demek ne inancı ne de kutsallığı izah etmiş
sayılmaz. Laisizm, ateizm ya da rasyonalist anlayışlar bu açıdan
işin kolayına kaçmış olurlar. Gökyüzünde yaşayan ve her şeye
gücü yeten bir tanrının bilimsel açıdan olamayacağını
söylemekle ufkumuz açılmaz. Üzerinde durulması gereken tanrı
inancından öteye insandaki kutsallık ya da inanç arayışının
sebebi konusudur. Tanrıya ya da bir dine inanmayan bir çok insan
örneğin başka bir şeye inanç duyabiliyor, onu
kutsallaştırabiliyor. Gelecek güzel günlere, bir lidere, bir
ideolojiye, bir başka şeye bilerek ya da bilmeyerek inanabiliyor
insan. Bu durum kutsallığın tanrıdan başka bir şeye
yöneltilmesi oluyor ki asıl izah edilmesi gereken de burasıdır.
Çünkü kutsallık burada biçim değiştirerek tanrı yerine başka
bir şeye yöneltilmiş oluyor sadece. Bu konuda dişe dokunur bir
açıklama bulmak zor. ''Ben tanrıya inanmıyorum, şuna
inanıyorum'' şeklindeki ifadede inancın yöneldiği şey tanrı
değil başka bir şey olmuştur, onu kutsallaştırmışsınızdır,
o kadar.
Akılcılık
ve civarındaki anlatımlarda kutsallığın insana kattığı
değerler ya yok sayılır ya da çarpıtılır. Bu açıdan Kuran ve
Muhammed Peygamber'i eleştiri adı altında karalama eğilimi vardır
genellikle. Bu eleştirilerde yaşamı ve ortaya koyduğu toplumsal
düzeni ele alınırken zaman ve mekanın şartları gözetilmez.
Tarihsel gerçeklerin nedeni ve nasılı üzerinden atlanarak
akıldışılıkla damgalanmak istenir. Hal böyle olunca da Kuran
gibi devasa bir kaynak yok sayılmış olmakla, insanlığa ait
muazzam bir değer görmezlikten gelinmiş olur. Oysa Kuran'a
girmeden yapılan bir tarih anlatımı eksik ve yanlış olur.
Kuran'daki kutsallık gibi hayati bir konunun üzerinden atlayınca,
diğer anlatılanlar da akıldan yoksun olur. Oysa görmekten ve
araştırmaktan çekinilen Kur'an neredeyse her sayfasında
''akledin'' der, fakat kılavuzu akıl olan ''rasyonalizm'' bunu pek
görmez.
Kuran'ın
Benzersizliği,
İnsan her
zaman yaşam ihtiyaçlarına göre kutsallık geliştirir. Tersi de
doğrudur, seçtiği kutsallık insanın yaşama ve güzellikle var
olma ihtiyaçlarına uygunsa seçer o inancı. Muhammed Peygamber'in
inancı da bu kanuna uygun bir şekilde gelişir ve yeni bir
medeniyet haline gelir. İbrahim Peygamber'den aldığı inanç
temeli yepyeni bir medeniyet kurmak için pratik bir yol haritası
olur. Her yerde, her zaman geçerli olan hayatın kanunlarının
Allah adı altında keşfidir bu. Fakat bu keşiflerin hepsi birden
ve aynı anda olmayıp bu medeniyet kurulurken keşfedilip uygulanır.
O nedenle Kuran parça parça olarak, tam yerine ve ihtiyaca göre
tamamlanır. İlahiyatçı, mistik veya skolastik örtülerle bu
gerçeğin üzeri özellikle müslümanlar tarafından örtülür.
Muhammet Peygamber'in ölümünden sonra yönetici sınıfların
eline düşen Kuran mistifize edilir. Özellikle okunmaması,
anlaşılmaması için saygı adı altında duvarlara asılır,
dokunulması bile belli şartlara bağlanarak insanların
yararlanması engellenir. Giderek ritüellerde okunan, hocaların
kullanımına mahsus, içeriğine aldırmadan törensel kullanıma
özgü bir kitap haline gelecektir. Vahiy sırasının bozularak
derlenmesi ile başlar bu süreç. Kuran vahiy sırasıyla okunursa o
günün toplumsal sorunları ve tarihsel gerçeklerini izah eden
doğru ve gerçekçi yaklaşımlara sahip olduğu görülür.
Tek tanrı
ya da orijinal adıyla Allah, İbrahim Peygamber'le birlikte
keşfedilir ve kutsallığın dili vahiyle kendisini gösterir.
İbrahim Peygamber'den sonra Musa Peygamber'le ve sonrasında İsa
Peygamber'le tek tanrı ve ona ait hükümler demek olan din birikimi
fazlasıyla vardır. Tek tanrının keşfinin teorik öyküsü ile
ona ait dinsel pratiğin öyküsü birbirine çok benzer. İbrahim
Peygamber'in tek tanrısı Allah'tan önce de çeşitli
medeniyetlerde tek tanrıya doğru bir gidiş olur fakat özellikleri,
sistemi ve adı tam olarak konulamaz. Aynı şekilde Muhammed
Peygamber'den önce de tek tanrılı çeşitli dinler ve
sistematikleri ortaya çıkmış olsa da onun en gelişmiş
sistematiğini Muhammed Peygamber ortaya koyar. Bu açıdan teorik
olarak gidilen yolun sonu İbrahim Peygaamber ise ona ait pratiğin
sonu da Muhammed Peygamber olur.
Muhammed
Peygamber, içine doğduğu çoktanrılı hayatla İbrahim
Peygamber'in tek tanrısını hep karşılaştırır. Doğal ve
toplumsal döngülerin birliğinin kutsallık algısıyla ifadesi
olan Allah sistemine dair iç dünyasındaki bu tartışma kırk
yaşına geldiğinde bitmiştir. İlk vahiyler de o zaman belirir.
Teorik inanç temeli Allah sistemi ve kendisinden önceki dinsel
pratiklerin birikimiyle yola çıkar. O'nun açtığı bu yeni yola,
uzunca bir süre çok az insan anlayıp inanacaktır.
Tarihteki
en son kent barbarlarını medeniyete geçirmekle başlayan yolculuğu
sırasında Kuran somut sorunlara somut çözümler ortaya koymasıyla
bu yolu aydınlatır. Kuran'da zaten bu ihtiyaçların ortaya
çıkmasıyla ve vahiy yöntemiyle tamamlar kendisini. Kuran,
içindeki hemen her şey sembolik anlamlarla yüklüdür. Kendisinden
önceki olaylara ya da efsanelere değinirken bile onların sembolize
ettiği asıl anlamlara işaret eder har zaman. Olayın kendisinden
ziyade alt anlamlarını göstermek ister. Ondaki anlam katmanları
her kavrayış düzeyine göre farklılık gösterir. İsteyen
hikayenin büyüsüyle oyalanırken isteyen o hikayenin sembolize
ettiği alt anlamlara doğru derinleşebilir. Daha ilk sözüyle
birlikte onun bu çok katmanlı anlam dünyası ile tanışırız.
''Oku'' derken, en zahir anlamıyla elimizdeki kitabı okuyabiliriz,
bir alt anlamıyla olayları, sorunları, çözümleri okuyabiliriz,
daha alt anlamıyla bunlara yön veren etkileri okuyabiliriz. Belki
de en derinlerde duran, tarihin ve hayatın yasalarla yürüyen
süreçler olduğunu, kitabın değil hayatın okunması gerektiğini
anlatan bir katmana ulaşırız. Daha sonra hemen bu açıdan kendi
okumasına geçer ve inancın teorik temellerini ortaya koyar.
İnsanın bir kan pıhtısından yaratıldığını, öğrenme yetisi
olduğunu, fakat buna rağmen yoldan çıktığını, fakat Allah'ı
(doğanın ve insanın çevrimlerle ilerleyen yasalarını) anlayıp
bunlara uyum sağladıkça kurtuluşun mümkün olduğunu anlatır.
İlk
Ayetler ve ''Oku'',
''Oku''manın
binbir türlü yolu vardır ve Muhammed Peygamber bildiği bilmediği
her yolu önerir insana, yeter ki okusun. Allah'ın yani akışın
yasaları her yerdedir,yani ayetleri her yerde vardır. Demek ki
okumak sadece kitapla, akademiyle olmaz, herhangi bir şekilde hayatı
ve onun yasalarını okumak, okuduğuna inkar etmeden uyum yapmaktır
mesele. Hayatın kanunları okunduğunda ise uyum yapıp, yapmamak
önümüzde duran iradi bir seçim konusu olur sadece. İster uyarız,
ister uymayız. Kuran'ın diliyle söylersek cennet ve cehennem
doğrudan bize bağlanmış olur ve insan seçimine göre her ikisine
de gidebilir. Allah ve Kuran sistemiyle bugün için birkaç okuma
yaptığımızda; örneğin, fosil yakıtları kullanarak insanı ve
doğayı kemirmeye devam etmek gibi bir seçimde ısrarcı olmak
belli ki bizi cehenneme götürür. İnsanın insanı sömürmesi ve
bu sömürünün devamı için savaşlar icat etmesi de cehennemin
yoludur. Kadınların ve çocukların tacize, tecavüze uğraması
yine ayrı bir cehennem. Mal, mülk biriktirmek ve biriktirdiklerine
sahip çıkmak için insanın harcadığı enerjiyi paylaşımcı bir
hayat kurmak için kullanmaya başlaması da cennete adım atması
anlamına gelir.
Kuran'ın
ilk sureleri Mekke'de vahyolunan daha çok teorik inancı geliştiren,
pekiştiren surelerdir. Ara ara tüm Kur'an boyunca bunlar
hatırlatılır, fakat genel olarak yeryüzündeki somut hayatın
sorunlarının hangi yollarla çözüleceğini işaret eder ayetler.
Kur'an, çoğunlukla somut olaya değinmeden o olayın hangi yöntemle
hangi kurala göre çözüleceğini açıklar. Fakat bazen de somut
olayın kendisi örnek olarak ele alınıp o olay üzerinden dersler
verilir. Doğrular, yanlışlar o olay üzerinden ayetleşir.
Kuran'ın kullandığı yönteme örnek olması açısından
''zihar'' adı verilen cahiliye (komün dönemine ait) bir Arap
geleneğinin ortadan kaldırılmasıyla ilgili olayı ele alalım.
Bir erkek zihar yöntemine başvurduğunda karısıyla ebediyen
yatmama kararı almış oluyordu. Bu kararı karısına bildirmesi
yeterliydi. Karısına "sen bana anamın sırtı gibisin"
dediğinde zihar uygulamış oluyordu. Bu yöntemle eşler
boşanmıyor, ama karısı artık ona haram olduğu için başka bir
kadınla yatabiliyordu. Açıkça anlaşıldığı gibi erkeğin
iktidarını pekiştiren bir tabu uygulamasından başka bir şey
değil. Tabular tarihte ilk kez erkeğin sürü yetiştirip toplumsal
düzeni ve ekonomiyi eline geçirdiği zamanlardan karşımıza
çıkar. Tabu ile erkeğin yasakladığı bir alan oluyordu ve alana
izinsiz girilemiyordu. Hele bir kadının o alana yaklaşması
mümkün değildi ve cezası vardı. Tabu türlü kılıklara girse
de en genel anlamıyla erkeğin iktidarını yerleştirmek için
bulunmuş bir yöntemdi. Zihar da işte böyle bir tabu uygulamasıydı
ve elbette erkeğin bencil nefsinin keyfine hizmet ediyordu. Zihar
uygulayan erkeğin karısı bu durumu kabul etmez ve kabul etmediğini
şikayetle defalarca peygambere bildirir. Ziharın haksız olduğunu
bu yüzden arabuluculuk yapmasını eşiyle arasını düzeltmesini
ister. Fakat peygamber önce geleneklere uygun olarak erkeği haklı
bulur. Kadın bu kararı kabul etmez. Yaşlandığı için ziharla
karşı karşıya kaldığını ve verilen kararın adaletsiz bir
karar olduğunda ısrarla savunur. İşte tam da bu sırada somut
soruna dair ayetler gelir ve bu ayetler komünün kirlenmiş cahiliye
kültürünü aşan Kur'an'a yakışan çözümler olur. "Allah
kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan
kadının sözünü işitti. Allah, ikimizin birbirinizde olan
konuşmasını işitir. Çünkü Allah işitendir, görendir. Sizden
kadınlara zihar edenler bilmelidirler ki, o kadınlar onların
anaları değillerdir. Onların anaları kendilerini doğuran
kadınlardır. Onlar çirkin ve yalan olan bir söz söylüyorlar.
Şüphesiz Allah affedici ve bağışlayıcıdır." Mücadele
Sûresi. Yine Nahl Suresi, Kuran ayetlerini, Muhammed'e Hırıstiyan
bir Rum kölenin öğrettiğine dair söylentilerin yayılması
üzerine iner. Nahl Suresiyle bu tür söylentilerin yalan olduğu
anlatılır. Bu örneğe benzer çokça olay ve hemen peşi sıra gelen
ayetler olur.
Muhammed
Peygamber hayatın gidişatını ve yasalarını Allah sistemiyle
okur ve somut çözümler ortaya koyar. Hayatın ve insanın doğru
okumasını yapabildiği için ihtiyaçlar ve toplumdaki değişim
isteğine uygun ayetler gelir. Toplumsal çevrimler her daim
kendisini okuyan ve ona uyum yapan insanlarla birlikte ilerler çünkü.
Muhammed Peygamber'ın yaptığı da toplumsal çevrim yasalarının,
o tarihsel anını okumak ve dillendirmektir. Bu okumalar her daim,
önce en özgür ruhlarda yankısını bulur, ki o zamanın
müslümanları bu anlamda özgür ruhlu insanlardır.
Kur'an
açıkça yeni bir medeniyetin kuruluşu için gerekli teorik inanç
temelini ortaya koyduğu gibi aynı zamanda pratik engellere karşı
ne yapılması gerektiğine ışık tutuyordu. Bu anlamda
yeryüzündeki eşsiz bir örnektir. Hacılarla, hocalarla ya da
karşıtı gibi görünen maddecilerle okuyarak anlaşılması mümkün
değildir. Kendi zamanının sorunlarının en ileri çözümlerini
kutsal ayetler olarak hükme bağlar.
Nefs
Savaşları,
Sınıflı
toplumları çürüten insan nefsinin arzuları olarak
yansıyanlardır. Üstelik kişilerin ve toplumun genelinin belli bir
sınıfın ve özellikle de erkek sisteminin arzularının
karşılanması konusundaki görünmez sözleşmeleri varken,
peygamberin nefis savaşı önermesi o günün koşullarında kabul
edilemez gibi görülür önce. Fakat peygamber ısrarla ve ayetlerle
altını çizerek mülkiyet, iktidar, gösteriş, cinsel açlıkların
dizginlerinden boşalmasının toplumu çürüttüğünü bilir. İşte
bu bilinçle her alanda nefis savaşı önerir. Çünkü
hayvanlıklarımızın adı nefstir ve hayvanlıklarımızın
dizginlenmesiyle insan ya da antik tarihin deyimiyle müslüman
olunur. "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
başarıya ulaşırlar.'' Haşr Suresi. İnsanlar için de, toplum
için de nefsin arzuları peşinde koşmak yıpratıcı hatta
öldürücüdür.
Havva'nın
sunduğu elmayı yani özel mülkiyeti alıp yemesiyle sonsuzluğun
bir parçasını kendi malı gibi algılama gafletine düşünce
insan (adem) aslında hayvansal içgüdülerinin onu sürüklediği
yere gitmiş oluyor. Yaşamak ve üremek içgüdülerinin akılla
birlikte asıl amacından saparak insanı sürüklediği bencilliğin
sınflı toplumda mal biriktirmek, iktidarını sürdürmek ve
hayvansı bir arzuyla her tarafı döllemek demek olan cinsel
açlıkların peşine düşmek toplumu ve insanı çürütür. İşte
Muhammad Peygamber sınıflı toplumun bu zaafını açık bir
şekilde okuyabildiği için nefs savaşını tüm savaşların,
erdemlerin en üstüne koyarken tereddüt yaşamaz. Gerçi Muhammed
Peygamber hiçbir konuda tereddüt yaşamaz.
Akışın
Yasalarını Okumak ve Uyum Sağlamak,
Allah her
daim aklı kullanmayı öğütler. Muhammed Peygamber'de aklını
kullanır ve bunu öğütler. Aklını kullanmayanlara üzülür,
acır. Aslında Allah'ın da Muhammed'in de söylediği birdir
''hayatın işleyen yasalarını okumak ve onlara uyum yapmak'' ancak
bu olmazsa birey için de toplum için de yıkım başlar ve Allah'ın
adaletinin seri olduğu vurgulanır. Çünkü hayatın işleyen
yasalarına uyumsuzluğun sonuçları hemen işlemeye başlar. O
sonuçlar hemen ortaya çıksın ya da çıkmasın bunun önemi yok.
İşte tüm bu kavrayış, hayatın işleyen yasalarını ifade ediş
antik tarihte bu şekilde tek tanrı kutsallığıyla ifade
ediliyordu. Totemlerden beri işleyen kutsallık kendisini en soyut
haliyle ifade eder duruma gelmişti. Somut pratik hayatın doğrudan
yönlendiriciliğini yapıyordu. Peygamber'ler de onun sözcüsü ve
o yasalara uyumun bizzat örneği oluyorlardı. Yoksa güzel söz
söyleyip, liderlik yeteneklerine sahip oldukları için değil,
hayatın akış kanunlarına uyabildikleri için peygamber düzeyinde
toplum liderleri oluyorlardı. Muhammed'in tüm peygamberler içindeki
farkı ise artık bu tarihin sonunun geldiğini görmesi ve bunu
açıkça söylemesidir. O toplumsal akış kanunlarını çok duru
bir şekilde okudu, fakat bunun ifadesini hep Allah sistematiği
içinde ifade etti. Çünkü insan bilincinin olup bitenleri algılama
düzeyi henüz kutsallık aşamasındaydı. Fakat bu kutsallık somut
hayat organizasyonuna yol gösteren bir kutsallıktır. Tamamen
gerçek hayatın sorunlarına yanıtlar üretir.
Hayatın
akışını okuma ve sonrasındaki değişimlerin seyri antik ve
modern çevrimde bir hiyerarşiyle gerçekleşir. Önce keşifler ve
fikirler daha sonra kendisine uygun peygamberler ve liderler daha
sonra da ümmet veya sosyal sınıflara yayılır ve hayat bulurdu.
Antik ve modern çevrimlerde ''okuma'' ve ''devamındaki pratikler''
arasındaki bu hiyerarşi günümüz için söz konusu olamaz. Artık
bu tür bir hiyerarşik gelişimden bahsedemeyiz. Toplumsal
çevrimlerin bugün içinde bulunduğu düzey açısından bu
unsurların birliğinden bahsedebiliriz. Yani her üç unsur da
artık tek bir ruhta ya da bireyde birlikte işleyebilir ancak. Bu
işleyiş ''kişi çevrimiyle'' yakından ilgili olup, tarihin
tıkandığı ve açılacağı yerin adresinin kişi olmasından
dolayıdır. Allah inancını skolastik olarak anlarsak yeni bir
okumaya ihtiyaç yoktur, zaten Kuran vardır. Oysa ayni Kuran tam
tersini söyler ve okuyun der, üstelik yol gösterici yeni bir
peygamberin de gelmeyeceği kesin. Tam burada sormak lazım, bu
okumayı kim yapabilir ve peygamber gelmeyecekse kim kime yol
gösterebilir. Çünkü yeni sorunlar ve yeni çözümlere ihtiyaç
olduğu açık. İlahiyatçı anlayışa göre okumak gerekmez fakat
yeni sorunların çözümü için her fırsatta kendi çıkarlarına
uygun çözümler zikreder. Özellikle örgütlenmiş ilahiyatçılık
ve skolastik kafalar Allah'ı, Kuran'ı ve Muhammed Peygamber'in
mirasını kendi varlıkları için kullanırken en çok da buradan
besleniyorlar. Toplum hayatında resmi ya da gayri resmi olarak
örgütleniş ve bir tür çıkar şebekesi gibi hareket eden bu
ilahiyatçılık anlayışı Allah ve Kuran'ın gerçekten
anlaşılmasının önündeki en büyük engel. Fakat anlamak
isteyen, Kuran'ın deyimiyle konuşursak okumak isteyen beyinlerin
her şeye rağmen gerçeğe ulaşabilecekleri bir çağdayız.
İlahiyatçı, skolastik kafaların tarif ettiği Allah ve Kuran'ın
gerçekte onların çıkarlarına hizmet eden tarifler olduğunu
anlamak da zor olmuyor elbette. Allah'ın kutsal dille ifade edilmiş
doğa ve insanın yasalarının birliği ve bütünlüğünü ifade
ettiğini, Kuran'ın da bu yasaların o tarihsel kesitte yeniden
yorumlanması olduğunu biliyoruz. Bu bilgi elbette tüm kutsallığı
ve din tarihini yeniden yorumlamayı gerektirdiği gibi skolastik
anlayışın kendi çıkarları için kulladığı Allah ve Kuran'ı
ellerinden alarak gerçek değerini vermek anlamına geliyor.
Muhammed
Peygamber'in inancının teorik temelinde Allah'ın yasaları vardır
ve bunları ortaya koyar. Daha ötesinde bu yasaları Arap
Kabilelerinin bile anlayabileceği medeniyete geçişin kuralları
haline gelen ayetlere dönüştürür. Sonrasında ise bu ayetlere
kendisi ve yol arkadaşlarının azami düzeyde uyması için çaba
gösterir her zaman. Genel olarak peygamberlik kendi yaşam
ihtiyaçlarına uysun ya da uymasın tarihin kendisine yüklediği
görevi kavrayıp ona uygun yaşama sanatıdır. Görevi kavrayınca
çok nadir geri dönüşler dışında sözüyle, davranışıyla
keskin hatlarla belirlenmiş yol gibidir. İşte Muhammed
Peygamber'de aynen böyle kendi ihtiyaçları karşısında hiç bir
zaman küçülmeden bu yolda yürümüş nadir insanlardandır.
Günümüzde Allah'ı, Kuran'ı kendi ihtiyaçları için
kullananların aksine Muhammed Peygamber, Allah ve Kuran için kendi
malını mülkünü harcayarak ilerledi yolunda.
Peygamberler
Coğrafyası,
Arabistan
Arapları ile Filistin civarında yaşayan İsrailoğulları aynı
komünden ayrılmış boylardır. Her ikisinin ataları İbrahim
Peygamber'de buluşur. Araplar İbrahim Peygamber'in oğlu İsmail'den
gelirler, ki annesi Hacer'dir. İsrailoğulları ise İbrahim'in
diğer karısı Sare'den olan İshak'tan devam eden koludur. Sami
denildiği zaman her ikisini birden anlamak gerekir. Samiler
Filistin'de yani antik sınıflı toplumların hemen hepsini
birbirine bağlayan bir kavşakta yaşıyorlardı. Bu kavşakta her
medeniyetin hem malları hem de düşünce ve değerleri karşılaşır.
Ve antik tarihte ne kadar orijinal düşünce varsa mutlaka burasıyla
bir şekilde ilgilidir. Piyasa dediğimiz alıcılar ve satıcıların
buluştuğu ve üretilen malların değişim değerinin yani
fiyatının belirlendiği yerlerin hepsinin kesiştiği yerdir
burası. Antik tarihte, bir mal ya da bir düşünce yeryüzünde
dolaşıyorsa, burasıyla mutlaka bir ilgisi vardır. Piyasada mal ve
hizmetler somut olarak yer alırlar, alıcı, satıcı, aracı ve
başkaca unsurların hepsi somuttur. Fiyat ise tüm bu somutluklar
bir araya gelince ortaya çıkan soyut bir etkendir. İşte fiyat
dediğimiz kavramın dünyaya yayıldığı yer de burasıdır.
Fiyatın ortaya çıkması demek, soyut algının, somut hayat içinde
paraya dönüşmesi ve bu dönüşümün antik tarihteki tüm
zihinlerce kabul edilmesinin zamanının geldiğini gösterir. Fiyat
etkisinin burada yerleşik hale gelmesinde tüm medeniyetlerin burada
her türlü birikimini ortaya koyabiliyor, etkileyip, etkilenebiliyor
olmasının da payı büyüktür. Fiyat için ayrıca şunu
söylemeliyiz ki, Sümer'den sonraki herhangi bir medeniyetin geldiği
nokta fiyat denilen soyutlukla özetlenebilirdi. Yani fiyatın diğer
unsurlarla birlikte eş zamanlı etkileşimi antik tarihte ilk kez bu
coğrafyada en üst düzeye ulaşır.
Üretim
fazlası malların ve tabi kölelerin değişimi için temel ölçü
birimi olarak para yönteminde ortaklaşılması paranın
evrenselleşmesi anlamına geliyor. İşte bu kavşağın bu açıdan
tarihte önemli bir işlevi oldu. Tüm metaların (mahat) soyut hali
olan paranın her piyasada güvenle dolaşması için bu
medeniyetlerin birleşmesi gerektiği fikrinin doğduğu yerdir
burası. Evet para soyutlamasına insanlık daha önce ulaşmış,
kullanıyordu, fakat Muhammed Peygamber'in çağı bu piyasaların
evrensel ölçüde birleşmek istediği bir zamandır. O günün
dünyasında Hicaz ve Kabe'nin üzerinde bulunduğu güney ticaret
yolunun dışında diğer orta ve üst ticaret yolları kapalıydı.
Ticaret yolları üzerinde istikrarlı yönetimler yoktu ve kentler
arasında barbar kabileler yaşıyordu.
Ürün
fazlasının yani ticari sermayenin pazara ihtiyacı vardır ve bu
ihtiyaç kendisine yeni yollar bulma eğilimindedir. Piyasaların
birbirine bağlanma eğilimi piyasalarla birlikte ona bağlı her
unsuru da birbirine bağlıyordu. İşte gelişmeler bu yönde
birikir antik tarih boyunca. Fakat antik çevrimin ritmi öylesine
düşüktür ki, ya da bu güne göre öylesine düşüktür ki
gelişmelerin yaptığı birikimlerin gözlenmesi zorlaşır. İşte
soyut fiyat düşüncesinin yerelden evrensele yaptığı bu
yolculuğun çok önemli bir aşamasında güney ticaret yolu devreye
giriyordu.
Antik
piyasaların zamanla tek piyasaya dönüşeceği öngörüsü ile tek
tanrı fikrinin ortaya çıkışı arasında böylesine bir
paralellik bulunur. Fakat bu inancın ve öngörünün somutluk
kazanması için Muhammed Peygamber zamanını beklemek gerekir.
Filistin ve burada yaşayan İsrailoğulları bu kavşakta
yaşadıkları için dünyanın değişik yerlerinden gelen maddi ve
manevi tüm üretimleri ve bunların piyasa bilgilerine sahip
olabiliyorlardı. Bu kavşak bir tür borsa işlevi görüyordu.
Toplumların kavşağında bulunmakla onların hem onların etkisinde
kaldıkları gibi hem de onlardan ticari olarak besleniyorlardı.
İşte bu yüzden birçok fikrin, keşfin dolaştığı bu coğrafya,
peygamber çıkarmaya eğilim gösterir. Antik tarihin seyri boyunca
toplumların içine girdiği krizler ve muhtemel çözümleri bu
kavşaktan gözlenebiliyordu. Burasının bir gözlem evi gibi işlev
görmesinin de peygamberler coğrafyası haline gelmesinde vardı.
Çünkü peygamberlik krizlerin teşhisi ve tedavisi işiydi. Tüm
medeniyetlerin doğuşu ve çöküşüne dair efsaneleşmiş,
masallaşmış, mitleşmiş, destanlaşmış tüm anlatılar buraya
mutlaka uğrardı. Tüm bu bilgilerin elenip, harmanlandığı,
işlendiği yer burası olduğu içindir ki burası tek tanrı
soyutluğunun yerleşik hale geldiği ve yayıldığı coğrafya
olur. Fakat peygamber çok olsa da böylesi bir ortam aynı zamanda
sınıflı toplumun tüm zehirlerini de içinde barındırdığı
için toplumlarla lider peygamberler arasında genellikle uçurumlar
bulunurdu. O yüzden Allah'ın ve peygamberlerinin sözünden
çıkmamak gerektiğine dair özel vurgular kutsal kitaplarda fazlaca
bulunur.
Antik
tarihin ritmi o kadar düşüktür ki, İbrahim Peygamberin antik
tarihin tek bir medeniyet ve onun kutsallığına doğru gittiğini
keşfetmesiyle bu çağın açıldığı zaman arasında iki bin beş yüz
yıl bulunur. Ve ondan iki bin beş yüz yıl sonra bu öngörüsü
İslam Medeniyetiyle somutluk kazanır. Böylece Sümer'de başlayan
antik çevrim bu aşamasında evrensellik kazanır. Ardından gelen
bin yıla yakın sürede evrenselleşir ve tüm çevrimler gibi o da
tüm birikimiyle yeni bir çevrimin doğumu için malzeme haline
gelir.
Peygamberlik
sadece doğruları söyleme sanatı değil, aynı zamanda onları
uygulama işiydi. Antik tarihte bunun anlamı tarihin tıkandığı
yeri görmek ve uygun tarihsel eylemi yapmak demekti. İşte
peygamberler çıkaran bu coğrafya ve üzerinde yaşayan Sami
geleneğinden İsrailoğulları antik tarihin piyasa ve çıkar
ilişkileri içine öylesine gömülmüşlerdi ki yeni bir tarihsel
atılım yapabilecek güçleri yoktu. Daha doğrusu antik sınıflı
toplumun tüm çürütücü, yozlaştırıcı etkilerini
yaşıyorlardı. O yüzden de oradan en son çıkan İsa Peygamberin
varlığı bile tartışmalıdır. Elbette kişi olarak İsa
Peygamber'in yaşayıp yaşamadığının bir önemi yok, anonim bir
karakter olarak yaratılmış olsa bile bunun nedenleri daha
önemlidir.
İsa
Peygamber'le birlikte bu coğrafyanın peygamber çıkarma geleneği
bitmiş oluyordu. Bu gerçek düşünen akıllarca anlaşılır ve
ayetlerde yansımasını bulur. Saff sûresi 6. ayeti "Meryemoğlu
İsa "Ey İsrailoğulları, ben size Allah'ın elçisiyim,
benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek,
Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyici olarak geldim demişti. Ama o
müjdelenen elçi açık deliller getirince, bu apaçık büyüdür
dediler." Tek tanrı inancının ve antik tarihin ana yollarla
birleşeceği düşüncesinin keşfedildiği topraklardan artık
peygamber çıkmayacağı biliniyordu. O yüzden de bu topraklarda
yaşayanlar peygamberliği başka bir yerde arıyorlardı. Aradıkları
yer Hicaz, yani henüz ticari olarak pek de işlek olmayan güney
ticaret yoluydu. Hicaz Arapları bu yolu yeni bir inançla ve
istikrarlı bir yönetimle açarlarsa İsrailoğulları bu yolu
kullanabileceği gibi, belki peygamberi de yönetebileceklerdi.
Elbette burada gözetilen ticari sermayenin dolaşımı için yeni
yolların açılmasıydı, yoksa Allah kelamının yayılması değil.
Fakat burada ince bir çizgi var ki bu çizgi kutsallığın insan
zihnine ve eylemine yapışık halde doğuşuyla ilgilidir. Yahudi ve
Hırıstiyan din adamlarının, tüccarların peygamberlik için
Arapları işaret etmesi çıkar beklentisiyle olur. Fakat bunun
ifade edilişi insanla kutsallığın birlikte doğuşuna uygun
olarak yine kutsallık çerçevesinde olur. Antik tarihte böyledir,
her ne yapılırsa yapılsın bunun kabul edilebilmesi için mutlaka
bir kutsallık kılıfına sokulması gerekirdi. En kötü cinayetler
bile tanrı adına işlenirdi. Çünkü insan zihni henüz o
aşamadaydı, başka türlü düşünülmesi hayal bile edilemezdi.
Demek ki yaşanan somut hayatla kutsallığın kopmaz bağları
görünmez gibi dursa da devam ediyordu. Ve bu kutsallık hayatın
akışına hizmet ettiği oranda yerleşebiliyordu. İşte şimdi de
hayatın akışı güney ticaret yolu üzerinde düşüncesi,
davranışı berrak Arap Kabileleri işaret ediyordu. Bu işaret,
tarihin gidişatını görmek ve ona uygun pozisyon almakla
ilgiliydi. Tarihsel akışı okumak başka, akıştaki iyilikten veya
kötülükten yana pozisyon almak başka bir davranış elbette.
Muhammed
Peygamber'in Bilinci,
Antik
piyasa merkezlerinin yeni peygamberin Araplardan çıkacağı
yönündeki bu öngörüsü, çok sonraları modern çevrimle
birlikte öngörüleri işleme, organize etme ve tarihe hakim olma
eğilimini geliştirecektir. Antik imparatorlukların yıkılıp ulus
devletlerin kurulduğu 1900'lerle başlayan zamanlara bakalım. Bu
zamanlarda piyasa merkezlerinde üretilen, demokrasi, liberalizm,
laiklik, ulusların kendi kaderini tayin hakkı gibi görüşler Asya
ve Afrika'da milliyetçilikle karışık bir şekilde sunulur. Daha
ötesi buralardaki ulusal kurtuluş savaşları ya da emperyalizmden
kurtuluş eğilimleri giderek piyasa merkezlerinin istediği yere
doğru akar. Ulus devletlerin tüm birikimi bu defa yeni ulus
devletlerin eliyle piyasa merkezlerine akar. Tarihin çevrimlerle
ilerlemesi böyledir, antik tarihte antik piyasaların yaptığını
modern çağda onların devamı olan sınıflar daha olgun, daha
ustaca yürütürler. Fakat sınıf aklıyla yürütülen bu hesaplar
her zaman Bağdat'tan döner, o da ayrı bir konu. Evet yeni peygamber
Araplar içinden çıktı fakat onların beklediği gibi antik
piyasaların emrine girmedi. Muhammed ve çekirdek toplumu yahudi ve
hırıstiyan bezirganların beklediği gibi mal mülk peşinde
olmadı. ''Rızkınızı ticarette arayın fakat azıtmayın, binaya,
zinaya düşmeyin, kardeşçe yaşayın.'' diyordu peygamber.
Müslümanların arasına sızmış Yahudi Kabilelerin çıkar
beklentilerini Bedir savaşındaki Enfal suresinin birinci ayetiyle
bitirir. Savaş ganimetlerine el uzatmaya çalışınca bu
bezirganlar ''Ganimetler Allah'ın ve Resul'ünün kontrolündedir.''
diye ayeti koyar ortaya. Fakat bu kabileler diplomatik davranıp
beklediler, ne zaman ki Uhud savaşında Muhammed Peygamber yenildi o
zaman ona karşı Ebu Sufyan'ın tarafına geçtiler. Mal, mülk,
çıkar peşinde Allah'ın adını kullandıkları açık bir şekilde
bu olayla ortaya çıkmış oldu. Zaten hemen peşi sıra müslüman
toplumdan sürüldüler.
Muhammed
Peygamber'in bilincini belirleyen iki etken olur. İlki, kendisinden
önceki birikimi yorumlama konusundaki benzersiz tavrıdır.
Peygamberler, masallar, destanlardan oluşan bu muazzam birikimi
orijinal bir şekilde yorumlar ve uygular. İkinci etken ise, ilkel
komün ruhunu Allah potası içinde eritmesi ve İslam kültürü
için temel almasıydı. Böylece komünün kardeşçe yaşama ülküsü
Allah'ın değişmez buyruğu haline gelmiş oluyordu. Elbette komün
ruhunun kardeşçe yaşama ilkesi ile piyasacıların çıkar
beklentileri birbirine uymayacaktı. İşte bu yüzden sonraki
komünler, aşiretler, boylar bu dine ve onun Allah'ına tutkuyla
bağlanacaklardı. Fakat öte yandan aynı İslam ve Allah'ın içi
boşaltılarak yönetici sınıflarca mülkiyet ve iktidar devam
ettirmenin araçları haline getirilecekti. Bunun ilk işareti daha
Muhammet Peygamber öldüğünde ortaya çıkmıştı. Henüz
cenazesi bile kaldırılmadan iktidar kavgaları başlamıştı. Muhammed
Peygamber'in bilincini belirleyen bu iki etken ve nihayetinde Kuran
bu yüzden mucizevi sentezlerdir. Bu yüzden, Kuran ve Muhammed
Peygamber'in mucizesini toplumsal çevrimlerin dışında ve ötesinde
aramak yanlış olur. Ya da tersine mucizeviliği metafiziğe
bağlayıp Kuran ve Muhammed'i olmamışa çevirmek olur. Ki
günümüzde yapılan da budur. Bunların kutsallığını gökten
zembille inmişcesine ilahiyatçılığa bağlamak, insanlığın
bunlardan alacağı dersleri saklamak olur. O yüzden bugün Muhammed
Peygamber'in ve Kuran'ın akışın yasalarını okuyabildikleri için
yeni bir başlangıç, yeni bir medeniyet yaratabildiklerini
görüyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder