Memelilerin en
üst aşamasında sürü sistemi vardır. Sürü sisteminde ise
memelilerin en üst üreme ve yaşama biçimi olan harem tipi
organizasyon hakimdir. Bencil genler (içgüdüler) hakimdir. Üreme
ve yaşama için liderlik ve şiddet yöntemi vardır. Bu aşamadayken
Afrika’daki bildiğimiz tektonik hareketler sonucu kuraklık başlar
ve ormanlıklar yok olur ve memelilerin varlığı tehlikeye girer.
Ölüm kalım derecesinde önemli bir darboğazdır bu. İşte bu
ölüm kalım darboğazını dik yürüyerek aşmak zorunda kalır
memeliler. Dik yürümeyle beraber eller serbetleşir ve ilk aletleri
geliştirir. Sürü sistemi devam etmektedir. Alet gelişimini
hızıyla insanlaşmanın hızına baktığımızda alet aletin hep
geride kaldığını görürüz. Klasik
bilim ise insanı tekniğin var ettiğini söyler. Çünkü kendisi
tekniğin (üretici güçlerin) eseridir, tüm bulguları da buna
göre yorumlar.
Oysa üç milyon yıl boyunca
taş tekniğinde patinaj devam ederken en temel gösterge olan beyin
gelişimi onu kat kat aşar. Pozitivist
bilim ise tersini yorumlar
tekniği insanın önüne koyar ve tekniğe tapmasını ister, gizli
ya da açık bir şekilde.
Doğal ve toplumsal geçmişin
belgeleri önyargısız
biçimde incelenirse tekniğin insanı yaratmadığı, tam tersine
insanın tekniği yarattığı görülür ki bunu ispatlayabilecek
durumdayız bugün.
Dik yürüme ve
alet gelişince anatomik ve fizyolojik olarak daha gelişkin türler,
dolayısıyla daha kompleks organizmalar ortaya çıkar. Dik yürüme
ve alet kullandıkça gelişkin organizmanın hamilelik süresi
uzar. Çünkü organizmanın kendini tamamlaması gelişmişlik
düzeyiyle ilgilidir. Beş altı ay olan hamilelik süresi
gelişmişliğine paralel olarak artar. Hamilelikle beraber
yavruların bakım, eğitim ve erginliğe ulaşma süreleri de uzar.
Tüm bu gelişmeler herem sisteminin son bulmasına neden olur. Çünkü
bir lider erkek tüm bu yüklerin altından kalkamaz. Ve sürü
dışındaki diğer erkekler de sürüye katılır. Ancak bu kolay
bir gelişim olmaz, gitgellerle işler.
Annelerin
ve çocukların beslenme,barınma,güvenlik ve eğitim ihtiyaçları
zorunlu olarak diğer erkeklerinde toplulukta kalmalarına neden
olur. Çünkü topluluk içine girdiği bu yeni düzeyin yeni
sorunlarıyla yüzyüze gelir ve alet, liderlik bu yeni sorunlarla
baş edemez. Diğer erkeklerin tüm bu sorunların çözümüne ve
gen havuzuna katkılarıyla birlikte kendiliğinden topluma doğru
bir gidiş olur.
Sonuçta ilk
cinsel yasaksız komün doğar. Gelişme dişilerin eseridir. Çünkü
lider erkeğin bencilliğini düşündüğümüzde harem sisteminin
tıkanması onun üreme ve yaşamasını pek etkilemez. O bencil
genlerinin emrettiği gibi her dişiyi döllemek ister. Bu tıkanmanın
sonuçlarıyla doğrudan muhatap olan ise dişilerdir. Sonuçta harem
baskılanır ve tüm erkekler ve tüm dişiler üreme ve yaşama
birlikteliği kurarlar.
Hayvansal harem
tipi üremenin baskı altına alınması uzun zaman alır. Üreme
etkinliğinin haremdeki gibi en güçlü erkeğin tekelinden
çıkarılması, üreme için kavganın baskı altına alınması
gerekmektedir. (Liderliğin ve iktidarın köklerinin de ne kadar
eskiye gittiğini görelim. İnsanlığın sonraki çevrimlerinde hep
kılıktan kılığa girse de kökü burasıdır ve kazınması
lazım.) Öte yandan yaşamak için gereken etkinliğin de buna
paralel olarak birlikte yürütülmesi sözkonusudur. Zaten asıl
uğraş yaşamın ortaklaşması ile üremenin ortaklaşmasıdır. Bu
gidişi zorlayan temel etken is bencil genlerdir. İşte baskılanan
tam olarak bu bencil genlerdir. Hayvan üreme sisteminin
baskılanmasıdır bu çevrimde yaşanan. Hayvan üremesi
baskılandıkça yani içgüdüler denetim altına alındıkça ortak
üreme ve yaşama kararlı hale gelir. Bu kararlılık kurallaşır
ancak bu düz bir çizgide ve hemen olmaz. Hayvansal içgüdüler
sürekli eskiye dönmek ister. Bencilce ortaya çıkar ve
hayvanlığını yapar. İşte bir taraftan topluluğun hayatı için
elzem olan kurallar yerleştirilmeye çalışılırken diğer
taraftan da bu içgüdüler yok olmayıp (bilinçaltı haline
gelerek) varlığını devam ettirerek ara ara ortaya çıkar. Neden
nasıl ortaya çıktığı ve günümüzdeki biçimleri ayrıca ele
alınmalı. Ancak şu kadarını söylemeli ki, günümüzdeki biçimi
daha bireysel ama en az anlattığımız çevrimdekine benzer
inanılmaz vahşilikte olur.
Üreme ve
yaşamanın ortaklaşması her bireyin farkında olup bildiği bir
kuralken, birden bire ortaya çıkan ve ona hayvanlığını yaptıran
şeyi ise bilmez, bilemez. Bunların bencil içgüdülerin etkisi
olduğunu bilemez. Yani bir yandan bildiği, farkında olduğu
kurallar varken bir taraftan bilmediği farkında olmadığı nereden
geldiği belli olmayan (Freud'un psişik enerji keşfi) davranışları
vardır. Farkında olduğu tarafı ile farkında olmadığı bir
tarafı olur. İşte komünün kurallarının farkındalığı ile
bencil genlerin bilinmezliği arasındaki karşıtlık bu şekilde
gelişir. Bilinen ve bilinmeyen yani bilinç ve bilinçaltının kökü
burasıdır. Komün kuralları bencil genleri baskıladıkça bu
tezatlık de giderek keskinleşir. İçgüdüler bastırılır ancak
yok olmaz. Kişi beyni bildiği ve bilmedikleriyle ikiye parçalanmış
olur. Bir taraf hayvanlığa çeker diğer taraf toplumsallığa.
Bilmediği tarafın etkinliğinin kaynağını doğadaki güçlerden
bilir. Çünkü artık farketme mekanizması vardır.
Kendinin ve
ortamının farkındalığı vardır ve bu farkındalıkla yorum
yapar. İlk yorumlaması da budur zaten, kendisi vardır ve bir
canlıdır. Tüm tabiat da canlıdır. Kendisinde bir can varsa
(anima) tabiatta da vardır. Kendisinin bildiği bir yanı vardır ve
bilmediği bir yanı vardır. Tabiatın da öyle olmalıdır. İşte
hayvan beyni ile sonradan gelişen insan ön beyni arasındaki bu
zıtlık-birlik ruhun kökenidir. Bizim daha sonra adına ruh
dediğimiz şey, kendisindeki bildiği ve bilmediği alanların
savaşıdır. Bilinç-bilinçaltı birliği ve zıtlığının kökü
burası oluyor. Aynı kendisi gibi algılar tüm alemi, iyi ruhlar ve
kötü ruhlar vardır, bazen biri bazen diğeri üstündür. Bu
savaşın ve birliğin (bilinç-bilinçaltı savaşının) her yana
yayıldığını yorumlar, tüm tabiatta da aynı şey vardır ona
göre. Kendisi ile tabiatı bir tutar, onu da canlı kabul eder.
Kendisindeki karşıtlık onda da olmalıdır. Ancak kendisindekileri
(bilinç-bilinçaltı) bildiği halde tabiatı bilmez, bilemez. İşte
burada bizim adına dünya görüşü,bakışaçısı dediğimiz şey
ortaya çıkar yani tabiatı yorumlar. Ve her şeyin kendisinin bir
yansıması olduğu, dolayısıyla canlı olduğunu düşünür. Bu
ilk yorumudur, ilk dünya görüşüdür. Tabiatın da kendisi gibi
bir canı vardır. O da yaşamaktadır, dolayısıyla onda da
kendisinde olduğu gibi bir ruh olmalıdır. Tabiatın da
kendisindeki gibi bir farkındalığı vardır dolayısıyla. İşte
bu ilk yorumları herşeyi kendisi gibi canlı kabul ettiği
animizmdir. Tabiatın da kendisi gibi bir ruhu olmalıdır kök
düşüncesi çok daha sonraları ''ulu yaratıcı kendisini bilmek
istedi'' biçimine dönüşecektir.
Bu
aşamada (animist çevrimde) bencil genler baskılanmaya çalışılır
hep. 3 milyon ve yeni belgelerle de uzayacak gibi görünen bir süre
devam eder. Komün üreme sistemini hayvanlıktan kurtarmaya
çalışırken aynı zamanda yaşama biçimini de toplumsallaştırmaya
çalışır. Üst memelilerin tipik üreme ve yaşama biçimi harem
kaldırılmaya çalışılır tüm bu zamanlar boyunca. Zaten ruh
algısı da bu ilk aşamada gelişir, ancak bu ruh henüz
kutsallıktan uzaktır. Ruh daha sonra kutsallaşır. Şimdilik
bilinç-bilinçaltı bölünmesi görülür. Kişiye tüm etkiler
komün dolayımıyla etki eder. Komüm kuralları doğrudan kişinin
beyninde yansımasını bulur hep. Ortak yaşam ve ortak üremenin
mecburiyetleri her bireyin beyin organizasyonuna aynen yansır.
Komün, tüm vahşet çağında üremek ve yaşamak için şiddet
yoluyla iktidar kurmayı yasaklar, yasaklamaya çalışır. Bu
yasaklar (bilinç) kişide bilinç-bilinçaltı zıtlığını
yerleşik hale getirir. İnceleyebildiğimiz tüm belgeler bu
çevrimin en az 3 milyon yıl olduğunu (hatta uzayabileceğini)
söylüyor.
Üreme
ve yaşama biçiminde eskinin hayvanlığına dönen birey ölümle
cezalandırılır genellikle. Çünkü mesele ölüm kalım
meselesidir, türün varlığı bu kurallara sıkı sıkıya
tutunmasıyla mümkündür. Bu kurallara bağlılık yüceltilir,
onurlandırılır hep. Komün kurallarının kişi beynine
yansımaları bu şekilde yerleşir. Her zaman bencil genlerin
baskılanması ödüllendirilir. (tek tanrılı dünya yorumunda
nefis savaşı olarak net bir formüle kavuşur)
Tüm bu
gelişmeler üç milyon yıla yayılır. Bu muazzam gelişmeler
olurken teknik (alet) neredeyse yerinde sayar. Dik yürümeye
başladığından beri tüm türlerin kullandığı aletlerde fazla
bir gelişme olmaz. Klasik bilimin iddia ettiği gibi insanı alet
yaratmaz yani. Aletteki gelişme kaba taştan, yontulmuş taşa,
cilalı taş tekniğine ulaşır en fazla. Tekniğin ritmi çok
gerilerdedir. İnsanın gelişiminde hayvan tipi yaşama ve üremeyi
baskılayan, insanlaşmayı getiren kuralların yanında yayan kalır.
İnsan doğanın içinden çırılçıplak çıkmak zorunda kalır ve
hayvanlığını terbiye ederek insanlaşır. Bu çevrimde insanın
temelleri atılır ve hala o temeller üzerinde insanlaşma devam
eder. Bugün devam eden de budur. Ancak hayvanlıklar sonuna kadar
yok olmaz. Hala modern hayvanlıklarımızla uğraşırız, hala
birbirimizi öldürürüz.Hala liderlik taslayanlarımız olur ve
bunlara eyvallah edenlerimiz olur. Hala her yeri döllemek isteyen
bilinçaltının tezgahlarına düşer insan. Hala senin benim
bencilliğine devam eder. Demek ki hala sosyal hayvanlığa devam
ediyoruz yani esasen insanlaşma bitmiş bir süreç sayılamaz.
Komün bu ilk
hali ile doğarken onun bireyi de doğuyordu. Kendi bedeninden ayrı
bir ruh algısı geliştirmemişti henüz, soyutlama yeteneği henüz
o kadar gelişkin değildi. Bu aşamada sadece insan ve hayvan beyni
şeklinde bir bölümlenişten bahsedebiliriz. Komün, tek bir
parçadır ve henüz kanlara bölünmemiştir. Tüm hominid
(insanımsı) türler eşlik eder tüm gelişmelere. Ne zaman ki
kendi içinde cinsel yasak geliştirir işte o zaman bedenden ayrı
bir ruh algısı geliştirebilir. Ki bu yeni bir soyutlama
yeteneğidir. Çünkü beyin de bilinç-bilinçaltı sentezinde yeni
bir aşamaya gelir bu yeni yasakla beraber. Kendi kanına ait
totemini de işte bu aşamada edinecektir. İşte bedenden ayrı bir
ruh algısını geliştirmesine neden olan da totemin gelişimi olur.
Totem de bu algıyı güçlendirir.
Yasaksız
komün boyunca devam eden hayvansal içgüdülerin baskılanması ve
insanlaştırılması birçok sonuç çıkarır ortaya. Kadının
gebelik süresinin uzaması, bebeğin daha gelişkin olması,
doğumdan sonra komünün hareketliliğinin düşmesi, çocukların
bakım ve eğitim sürelerinin uzayışı ve bunlara ilişkin irili
ufaklı birçok sonuç. İşte bu çevrimin ortaya çıkardığı
yaşam organizasyonu da kendi olağan sınırlarına ulaşır.
Böylece, alet, toplum, beyin gelişimi ve coğrafyanın kullanım
düzeyi zamanımızdan 500 bin yıl önce insanımsı türleri, sıcak
ekvator kuşağından daha soğuk olan kuzeye doğru yayar ve
ateşin keşfine de bu sıralar ulaştırır.
Ateş ve mağara
komünü hücre zarı gibi sarar. Komündeki iç unsurlar (teknik,
bilgi, insan, coğrafya, dil) böylelikle daha yakın ve dolaysız
iletişim imkanını verir. İşte yasaksız komün tam da bu aşamada
son buluyordu. Çünkü bu ilk çevrim doğal sınırlarına
böylelikle ulaşmış ve her çevrimde olduğu gibi kendi iç
gelişimiyle yeni bir çevrimi hazırlamıştı. Ateş ve mağara
olanaklarında bu gelişim komün içinde cinsel yasakların
keşfine doğru yeni bir adımı doğurdu.
Mağara ve ateş
tekniği başta olmak üzere tüm gelişim yeni birikimler
yaratabildiği için yeni çevrimin önü de açılıyordu. Bu yeni
aşamaya da yine kadın ve çocuk ikilisi damgasını vuruyordu.
Yaşama biçiminde kaydedilen gelişmeler anatomik, fizyolojik
işleyişleri de geliştiriyordu. En önemlisi de anneler ve çocuklar
arasındaki ilişkiyi önceki çevrimden (yasaksız komünden) farklı
bir düzenlemeye götüren hormonal değişimdi.
Hamileliğin süresinin
uzaması ve cinselliğin mevsimsel döngülerden kurtulması ile
birlikte östrojen hormonu yeni ve daha
zengin bir düzeye ulaşır. Öte yandan ve
aynı zamanda bunun zıttı ve bunu
baskılayan folükülün hormonu da zenginleşir. Bunun anlamı çocuk
doğurduktan sonra anne ile çocuk arasındaki ilgi, sevgi ve
bağlılığın
annelik duygusunu geliştirecek yönde yeni
bir aşamaya ulaşmasıdır. Çünkü
anne her çocuk doğduktan sonra (şimdiki
gibi doğum kontrolü yöntemi kullanılmadığı için) yeniden
hamile kalıyor ve anne çocuğu yıllarca emzirdiği için bu döngü
kadındaki folükülün hormonunun evrimini hızlandırıp
arttırıyordu. Bu hormon arttıkça da
cinsellik hormonu (östrojen)
baskılanıyor ve anne çocuk ilişkisinde kadınlık değil annelik
baskın hale
geliyordu. Buna eşlik eden diğer önemli
bir gelişme daha vardı. Gen
havuzunun mağara ile birlikte gerçek bir havuz gibi işleyişi
gözlemlendikçe aynı
genlerin üremede yarattığı sorunlar, sakatlıklar, kısaca
verimsizlik ortaya çıkıyor, uzak
genetik ise daha sağlıklı üreme ve yaşamaya zemin oluyordu.
Böylelikle giderek anneler ve çocuklar
arasında cinsel olmayan türden bir ilişki gelişme zemini
buluyordu. Bu ilişki giderek şimdiki anne çocuk ilişkisine doğru
evrilecekti. Yani sevgi, ilgi, koruma, eğitme ve insan olarak
algılama duygu ve düşüncesine doğru gelişecekti. İşte anne ve
çocuk arasındaki ilk üreme yasağının kökeni tam da burası
oluyordu. Bu köken zamanla anne ve erkek çocuk arasındaki
cinselliğin kesin olarak yasaklanması ile sonuçlanıyor ve
insanlık bir adım daha atmış oluyordu insanlaşma yönünde.
Elbette belirtmeye gerek yok, tüm gelişmeler gibi bu gelişme de
bireylerin bilinç-bilinçaltı örgütlenmesine de olduğu gibi
yazılıyordu. Bir kural olarak, yaşama biçiminin
anatomik-fizyolojik gelişmelere neden olması (genetikleşmesi),
bunların da yeni yaşama biçimlerine kapı açması karşılıklı
olarak böyle işliyordu.
Ancak şunu
belirtmekte yarar var ki bu ilk üreme yasağının geliştirilmesi
yine kadının eseri oluyordu. Toplayıcılık ve avcılığın temel
geçinme biçimi olduğu bu çevrimde kadın tüm komünün
merkezindeydi. İktidar olduğu söylenemez ancak merkez çekim
alanıydı diyebiliriz. Kadın bildiğimiz manada hiçbir zaman
iktidar olmadı. İktidarlık taslayanları ise erkeği taklit
edenler oldu hep. Dolayısıyla kadının iktidar olmasını öngören
hiçbir ideolojiye de (feminizm, sosyalizm, kullandı ancak )
güvenmedi. Sınıflı toplumun tüm ideolojileri kadına iktidar
olma sözü verdikleri halde kadın hiçbir idelojiye dört elle
sarılmadı. Anarşizm, ütopik de olsa iktidar olmamayı öngördüğü
için son yıllarda en çok kadınlar tarafından bu nedenle (daha
çok bilmeden) benimsenir.
Kadının
tanrılaşmasının en derin kökleri buralardadır esasen. Kadını
metalaştıran sınıflı toplum kafası onun cinselliğinden ötürü
ya da doğurganlığından ötürü tanrılaştığını söyler.
Tamamen yanlış ve sınıflı toplum aklı (ki adı sosyal bilimler)
tarafından uydurulmuştur. Efendilerin ihtiyacından ya da
cehaletlerinden olsa gerek, ikisi de aynı şey gerçi, konuya
dönelim. Oysa kadın insanlığın en önemli bilinç (bilgi, uyum)
atılımlarından birinin (belki de en önemlisinin) taşıyıcısı
olduğu için tanrılaşmayı hak etmiştir. Hayvan gibi yaşamayı
ve üremeyi yasaklayan, insanlaşmayı tetikleyen kadın olmuştur.
Eldeki verileri yeniden değerlendirebilen sosyal bilimciler açıkça
anlattığımız yasayı görebilirler. Ne geçmiş ne de günümüz
gerçekleri asıl yasalar ortaya konulmadan tam anlaşılamaz, çünkü
her gerçek o yasalara sıkı sıkıya bağlıdır.
Erkekler
ve kız çocuklar
arasındaki cinselliğin
yasaklanması ise daha çetrefil ve zor bir yoldan ilerlemiştir.
Çünkü erkeğin sperm üretimi mevsimsel olmadığı gibi üreme
insanlaştıkça testesteron seviyesi de yükselir, zenginleşir.
Bu nedenle erkek ve kız
çocuk arasındaki üreme yasağı çok daha uzunca bir zamanda
yerleşip kararlı hale gelir.
Animist
çevrimdeki ruh tam olarak kutsal değildir. Ya da bugün
kulandığımız anlamıyla
bir ruh algılaması değildir o, ayrıca
henüz kutsallık da kazanmamıştır. Komün
üreme ve yaşama biçimi
tıkanıklığını aşmak için kurallar
geliştirir ve bu kurallar kişi beyninde yansımalarını bulur
sadece. Bu çevrimin
başlangıç noktasıdır. Böylece, birey de
yaşadığı dünyayı bildiği ve bilmediği şeklinde yorumlar.
İşte bu yorumun aynısını yaşadığı dünya için de yapar.
Orada da bildiği ve bilmediklerinin olduğunu farkeder. Onlara
seslenir hep, onlarla konuşur, onların iyi ve kötü taraflarıyla
muhatap
olur.
Dünyası
yani yaşama biçimi değişip geliştikçe (ki mağara ve ateşle
yani neanderthal zamanında) da ilk cinsel yasaklara ulaşır bu
dünyası. Yaşam biçimi daha özelleşmiştir genel olarak bir
toplayıcılık yapmaz, özel olarak belirli hayvanları avlar. Ateş
tekniği ile barınma ihtiyacını hazır haldeki mağaraya taşınarak
çözer bu aşamada. Buralarda
daha sonra ilk totemi haline gelecek ayı
ile yoğun olarak karşılaşır, ki
buluntular ilk totemin ayı olduğunu gösteriyor. İşte bu dünyası
özelleştikçe artık o özelleşmiş doğa parçası ile
alışverişini
geliştirir. O doğa
parçasıyla iletişim
kurmaya, onu tanımaya başlar,
onu merak eder. Bu arada
komün içindeki kuralllar sıkılaştıkça (bilinç-altbilinç
zıtlığı keskileştikçe) muhatap olduğu bu özel alanın iyi ve
kötü yanlarından yararlanarak
bu zıtlığı yerinde tutmaya çalışır. Bu zıtlığın kendisi
orada da vardır ve kurallara uyum yaptıkça da bu zıtlığın iyi
tarafından beslendiğini tecrübe
eder. Kuttalığın
kökeni budur. Giderek bu zıtlığın iyi ve kötü, kahredici
taraflarıyla beynini sıkılaştırmak için daha yoğun bir
iletişim kurar. Yaşama biçimi gelişip bulunduğu özel alanı
genişletikçe onu daha iyi tanır, her yönüyle. Bu defa yeni
yaşama biçiminin yoğunlaşmasına uygun bir kutsallık edinir.
Totemini tanıyıp çözdükçe (ki bu vahşetin sonlarını bulur)
yeni kutsallığı yeni yaşama biçiminin zirvesindeki kadın olur.
Kadın böyle tanrılaşır.
Ta ki sürüyü evcilleştirip
erkek ata tanrılaşınca da kadını alaşağı edecektir. Ancak
medeniyete giden yolda da genişleyen dünyasının yeni güçleriyle
muhatap olur ve onları kutsallaştırır. Güneş ve yıldızlara
çıkar kutsallığı, daha
sonra medeniyetle beraber tek tanrıya doğru ilerler. Çünkü
dünyası da artık genişlemiştir. Daha
geniş, gittikçe daha soyut ve daha kapsamlı hale gelir hem kişi
hem toplumsallığı.
Her
zaman bir ruhla iletişim kurar. Bu ruh toplayıcılıktaki dağınık
henüz yoğunlaşmamış kendi beyninin
dağınıklığı gibi önce
dağınık haldeki tüm
tabiattır. Herşey canlıdır kendisi gibi. Daha sonra özelleşir
ve giderek soyut tek tanrıya ulaşır. Genişleyen
dünyasının sınırlarına uygun bir kutsallık yaratır her zaman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder