
İşte bu yazıdaki konu da son yıllarda
herkesin dilinden düşürmediği ‘’dünyanın sonu geldi, insanlıkta ümit yok,
öldük, bittik’’ olarak aktüalize edilebilecek bir yaklaşım olan kıyamet
senaryoları. Bunların nedenleri, nasıl ve nereden yayıldığı ve neden bu derece
benimsendiği üzerine. Doğruluk payı var mı, yok mu, işte bunun tartışması ve
çeşitli boyutları ele alınıyor.
Ölümü, kıyameti, çözülmeyi ve tüm
bunlardan dolayı ortaya çıkan yan ürünleri yücelten felsefelere kategorik
olarak ‘’çöküş felsefeleri’’ diyebiliriz.
Günümüz olaylarının hem bireylerde hem
toplumlarda yarattığı etkiler devasa boyutlarda ve yorumlanamaz gibi
görünürler. Ve, evet doğrudur, insanlık
geleceğini kaybetmiş gibidir.
‘’İnsanlık nereye gidiyor’’ benzeri başlıklarla yazılar yazılması,
araştırmalar, anketler, programlar yapılması tesadüf değil. Konunun, düşünen herkesçe ele alınıyor olması
bir yana, hiçbir yorum da pek ikna edici gibi gelmiyor kimseye. Demek ki
konunun ciddiyetinin hemen herkes farkında fakat yorumlama noktasında eksiklik
var. Cümlenin ilk bölümü ise tamamen doğru, yani ciddi ciddi üzerinde kafa
yorulması gereken bir durumla karşı karşıya
bulunuyoruz Hemen her toplumsal problem ele
alınırken öncelikle bu konu üzerinden geçiliyor. Ya da problem üzerine
konuşulduktan sonra genellikle ‘’sonumuz hiç iyi değil’’ minvalinden bir
bağlamayla yine çöküş felsefesinin temel mottosu ortaya konuyor. Pesimistler
veya kötümserler için bu gerçekliğin ta kendisidir. Onlara göre, insanlık
geleceğini bütünüyle yitirmiştir. Küreselleşme denen sistem, hem doğanın hem de insanlığın geleceğini
çoktan yutup bitirmiştir. Doğanın ve
toplumun var olma koşulları çoktan beri ortadan kalkmıştır.
Doğrudan doğruya bu düşüncenin kaynağını ortaya koymakla
başlayalım. Evet insanlık geleceğin kaybetmiş gibi görünüyor, çünkü insanlık ,eski
toplum biçiminden çıkıyor ve yeni bir toplum biçimine geçiyor.
Eski bir çağ kapanıyor ve yerine yeni bir çağ açılıyor. Yeni bir çağ açılırken de insanlık
eski fikirlerini tümden geride bırakmaya
başlıyor, çünkü bu fikirler artık çalışmıyor. Hiçbir şeyi izah etmiyor, yol
gösteremiyor. Elbette eski çağa ait tüm dünya görüşlerini de geride bırakmak zorunda kalıyor.
Dolayısıyla gelişmeler anlaşılmaz olay yığıntıları olarak algılanıyor. Tüm bunlar çöküş ve geçiş çağlarının
zihinlerde yarattığı akıl kaybı etkisidir ve yeni bir durum değildir asla. Ölen
ya da çöken çağa ait hiçbir dünya görüşü içine girilen çağı açıklayamıyordur
çünkü. İşte bu nedenle bir tür akıl kaybı hissiyatı oluşur. Bunun en trajik
örneğini ortaçağda yaşamıştı insanlık. Fakat oradan da çıkmayı başardı.
Öte yandan, eski çağın kendisiyle
beraber ona ait fikirler, ideolojiler ya da felsefeler de batıyor, fakat yerine
öyle hemencecik yeni fikirler ortaya çıkmıyor. Bu çöküş veya geçiş çağlarının diğer
bir özelliği. Geçiş çağları yeni düşünceler açısından çeşitli denemelerin yapıldığı,
sezgisellikle, doğaçlamalarla ilerleyen yeni açılımların ortaya çıktığı, taşların
kolayca yerli yerine oturmadığı zamanlardır. Yani diyelim ki ortaya yeni bazı
düşünceler çıkmıştır, fakat bunların kolayca benimsenmesi, duyulması da mümkün
değildir. Bu çıkış ve yeninin kendini ispat edişinin ve benimsenmesinin de bir
kuralı vardır çünkü.
Örnekle gidelim, Sovyetler Birliği’nin
kurulduğu veya Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaştığı zaman ortaya yeni
bir çağ çıkmıştı. Bunlar tabi yeni çağın başlangıç noktaları oluyor.
Sonrasında bu başlangıç noktaları çevrimleşerek ilerleyip ‘’bloklar çağına’’
vardı. Sonrasında 1990’lardan itibaren bloklardan eser kalmadı ve adına
küreselleşme denilen yeni bir çağ açıldı.
Zamanı okumak için yeterince keskin
gözlükleriniz varsa zaten zaman sizin yolunuzu aydınlatır. Bloklar çağı açısından
baktığımızda örneğin yolunuzu bulmanız gayet kolaydı, yolunuz kendiliğinden
denebilecek biçimde ortaya çıkıyordu. Bloklardan birini ya da tam ortasını seçip yürürdünüz. Çağın bizzat
kendisi yolu aydınlatmıştır zaten. Devlet gibi makro yapılardın, birey gibi
mikro yapılara kadar durum böyledir. Küreselleşme çağında da durum aynıdır, farkı
ise her tür sorun küreselleşip daha da karmaşıklaşmıştır. Çözümlenmesi gereken
sahalar da aynı oranda karmaşıklık gösterir haliyle. O halde şu yorumu
yapabiliriz, her yeni çağ orijinal sorunları beraberinde getirir ve devamla
şunu da söyleyebiliriz, o halde orijinal sorunların orijinal çözümlere ihtiyacı
vardır. Bu da demek oluyor ki önceki çağların dünya görüşlerine felsefelerine
benzemeyen, fakat onlardan haberdar hatta önceki tüm birikimi kapsayan orijinal
bakışaçısına ihtiyaç var. İşte sorun tam olarak burada kendisini gösterir. Söz konusu
orijinal bakışın ortaya çıkması, yaygınlık kazanması, benimsenip uygulama
alanlarında kendisini test edip kararlı hale gelmesi tam bir problem olarak
ortaya çıkar. Fakat beklenir ve emin olalım ki bu olur ve kendi yolu vardır.
Çünkü insanlık hiçbir zaman tam bir tıkanıklık yaşamaz, toplumsal çevrim her
tıkandığı yerde mutlaka kendisini garanti altına alan orijinallikte çözümlerle
ortaya çıkar ve yürür.
İyi güzel de bu ne zaman olur, peki.
Bu çıkışın en ilk habercileri her çağda benzeri bir şekilde ortaya çıkar. Çünkü
her çağ bir öncekilerin birikiminden doğan yeni bir çevrim demektir. İşte bu
habercileri aslında 1990’lı yıllardan beri görürüz ortalıkta ve aslında
gözümüzün önündedirler. Şöyle konuşur bu haberciler ‘’dünyanın çivisini
yerinden çıkardılar, bundan sonra hayır gelmez’’. Bunlar ilk habercilerdir ve tüm topluma
yerleşir yavaş yavaş. Fakat öncelikle gençler bu ölüm psikolojisine mutlaka bir
yanıt üretirler. 1990 doğumlu neslin Gezi’ de yaptığı tam olarak da budur. Bu
habercilerin sözleri insanların dillerine yerleşince çöküş felsefecileri işini
yapmış ve tüm barutunu da tüketmiş demektir. O noktan sonra çöküş felsefeleri
giderek sönümlenmeye başlayacaktır, artık onlara olan ilgi de eskisi gibi
olmayacaktır.
Bu habercilerin kötümser enerjileri
sinsice yerleşir ve birkaç yılı kalmış kanser hastaları gibi bir havaya doğru
sürükler toplumları. Tüm toplumlar üzerinde aynı etkiyi yapar. Para, zaman ve
çevre ilişkileri olanlar ‘’gününü yaşamaya bakarak’’ geçirirler, carpe diem
olur her yer. Elbette çokça yararlı işler uğraşlar da görülür. Fakat genel
toplumsal atmosfer için konuşursak bir şeyleri kurtarmak için sanki artık çok
geçtir. Dolayısıyla toplumun geneli gidişata bir fren koymak istemez, insanların
içinden gelmez. Fakat bilmemiz lazım ki toplumsallığın bu tür çöküş ve çürüme
gidişatına karşı bir fren mekanizması vardır. Ve böyle bir mekanizmanın
varlığını hatırlatan ve bunu ilk kullanan her zaman ‘’dönüşüm kuşağı’’ olur. Günümüzün
‘’dönüşüm kuşağı’’ da bu frenlemeyi muazzam
bir şekilde yaptı. Şimdi başka bir aşamaya hazırlıyor kendisini. Fakat dikkat
edilirse görünmeyen bir hazırlıktır bu, en yakındakiler bile fark edemez, ki
genellikle kuşağın ruhsal örüntüleriyle ilerlediği için kendisi bile pek fark
edemez. Nasıl ki ‘’dönüşüm kuşağının’’ ortaya çıkacağı daha on yıl öncesinden
ayan beyan belli olduğunda bunu açıkça söylüyorduk, işte şimdi de bu kuşağın
akıl almaz ve önceki hiçbir sosyaliteyle anlaşılamayacak davranış biçiminin
önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacağını kolayca söyleyebiliyoruz. Kuşağın
ilerleyişi açısında gözlediği en temel noktalardan birisi toplumun buna ne
kadar hazır olup olmadığıdır. Kuşağın ruhsal örüntülerinin yokladığı
düzeylerden birisi budur. Ve bu düzey henüz on üzerinden iki, hadi bilemedin üç
olsundur. Toplumu boşverelim, ilerici, aydın, bilimci, vicdan sahibi insanlar
buna ne kadar hazır, dahası hazır olabilecek mi. Toplumun geneli için ellerini
başının arasına alıp düşünülecek tarafı burasıdır. Çünkü belli ki ‘’Dönüşüm Kuşağı’’
kendi sınavını tam not alarak geçti ve önümüzdeki zamanları da ele alacak
elbette. Henüz işi bitmedi, bunun farkında ve yeni bir toplum biçimi için
kendisini biriktiriyor. Çünkü tarih öyle bir noktaya geldi ki, bu nesil
ferasetini, farkındalığını, duygusal olgunluğunu tam anlamıyla yerli yerine
oturtmadan asla ve asla yeniden ortaya çıkmayacak. Aldığı dersleri derinliğine
çalışıyor olduğundan emin olabilirsiniz. Ve yine emin olabilirsiniz ki eski
toplumla ilişkileri örneğin Gezi’de olduğu gibi olmayacak, çünkü orada toplumun
hemen her kesimi onlar için elenmiş oldu. Bayraklı sahte muhalifler, sahte
komüncüler, sahte çevreciler, sahte ekolocikler, sahte feministler, iktidarlar,
piyasalar, sanat sevicilerini zaten saymıyorum.

Ancak işte tam burada durmalı. Çünkü toplum
kıyamete fren koymak istemediği halde yine de bir şeylerle uğraşır. Çöküş
muhakkaktır, her şey batıyordur, fakat evler, arabalar alınır, evlilikler
yapılır, şirketlere cv.ler gönderilir, arkadaşlar, hatta vapurlar filan da işin
içine girer arada. İşte bu çelişkili durum bize gerçeğin diğer yüzünü gösterir.
Bunlar çöküşün altında kalmak istemeyişin pratik yanıtlarıdır. Bunlar dilin,
düşüncenin inkarını bir yana bıraktığımızda en nihayetinde yaşama isteğidir,
yaşama gücünün ifadesidir. Gidişat ne kadar kötü olursa olsun, onu frenleme
isteğidir bu. Soru şu hale gelir, bu freni yaptıran nedir? İşte biz bununla
ilgileniyoruz, bunun üzerinde duruyoruz.
İnsanların nasıl düşündüğünü,
hissettiğini belirleyen yaşam biçimleri ve ona bağlı birçok etken var. Genetik
kökleri, etnik çizgileri, dinsel geçmişleri, içinde bulundukları sosyal sınıf,
aile yapıları, çevresel ilişkileri gibi. Örneğin mülkiyet gelirleriyle yaşayan
bir rantiye iseniz bu sizin psikolojinizi ve dünya görüşünüzü doğrudan etkiler.
Az önce saydığımız etkenlerin toplam örüntüsü ise sizin kim olduğunuzu
belirler. Sosyoloji bilim(siz)cilerinin üzerinde tepinmekten bıkmadıkları
‘’kimlik kavramı’’ budur işte. O kadar.
Fakat bugün bunlara bir dipnot
düşmemiz gerekir. İnsanı bütüncül olarak kavrayabilmek, tüm bu etkenlerin
eldesiyle birlikte bunları aşan ama hepsini kapsayan bir ‘’insanlaşma psikolojisi’’
tarafından etkilenir. Çağımız için yeni olan budur, çünkü insanlaşma evet her
daim devam eder, fakat yeni bir düzeye sıçramak istiyor artık. Bu insanlaşma
düzeyinin şu dinden, şu milletten, şu sınıftın bu meslekten olmasının bir
manası yoktur. Bu tür bir insanlaşma psikolojine elde eden insan için hepsi hem
vardır hem yoktur ve tavrı, tutumu bunların ötesinde bir benzersizlik gösterir.
Bu ayrı bir konu başka yazılarda detaylıca var, girmeyelim.
Sonuçta insanların bilgi edinme yöntemleri
az önce söylediğimiz örüntülerin
karşılıklı gelişimiyle olur. Diyelim daha fazla zaman ayırıp tüm bu konulara
çalışabiliyorsunuz, kendinizi geliştirebiliyorsunuz fakat yine de gelişiminiz,
içinde bulunduğunuz bu koşulların bütüncül sınırlarıyla belirlenir. Yanlış anlaşılmaması
için ‘’birleşmiş, toparlanmış birey’’ için bu sınırların her zaman
genişletilebilir olduğunun altını çizmekte fayda var. Yani size bağlıdır bir
yanıyla, diğer yanı az önce söylediklerimize.
Hem hem yasası çalışır yani.
Çöküş felsefelerinin bireye hangi
yollardan yansıdığına dair bir açılım yapmak için uğradığımız bu ara duraktan
sonra asıl konumuz olan çöküş felsefelerine dönmeliyiz şimdi. Çöküş ya da
kıyamet felsefeleri ya da felsefecileri yeni değildir, bunlar antik çağların
kıyamet fikriyatının modern çevrimleridir. Antik çevrimin kıyamet fikriyatı
doğu kökenlidir, fakat modern çevrimde batı kaynaklı olduğunu gözleriz. Çünkü
bu fikirler hep batan, çöken medeniyetlerin fikirleridir. Çevrimlerin
ilerleyişi açısından konu bir yönüyle böyledir, çünkü çöküşün ideolojileridir
bunlar, her çöküşte gözlenir. Bugün çöken medeniyetin başlangıç noktası malum
Avrupa’dır. Kapitalizm ya da biraz yanlışı göze alarak söylersek sanayi devrimi
(postmodern vs,ye dönüşsede) İngiltere kökenlidir. Yeryüzünün kaynaklarını
kullanarak işin sonuna gelenler tarafından türlü isimlerle dillendirilir bu
ideolojiler. Çünkü hakikaten ne tür bir işin içinde olduklarının, yedikleri
haltın farkındadırlar ve artık sonuna geldiklerini de bu yüzden bilirler zaten.
Avrupa ve onun gibi görünürde rahat içinde yüzen sosyal sınıf ve zümrelerden
yayılır yeryüzüne çöküş felsefeleri.
Yeryüzü ölçeğinde
bir krize girildiğini yıllardır yazıyoruz tabi, önümüzdeki yıllarda çöküş
farklı boyutlara evrilerek devam edecek. Buna şüphe yok. Çöküşün neler getireceğine dair ayrıntılıların üzerinde durmak gerekir. Zaten mesele geleni
ve gideni görmek ve ona göre yaşamak değil midir? Çöküşün insanlığa yaydığı
psikolojilerle baş edebilmek ve daha ötesi çıkış yollarına dair çalışmak bu
açıdan önem kazanıyor. Hemen ve ilk
elden şunu söylemek lazım ki çöküş zamanları insan ruhlarındaki ölen yanları
tetikler. İnsanların yaşayan ve ölen parçacıkları her an birlikte etkin halde
bulunur. Yaşam ve ölüm hücresel düzeyden bireysel düzeye kadar birlikte döngüsel
olarak davranır. Toplumlar için de öyle.
Zamanın, çağın her tür etkisi her an her mikro parçacıkta gözlenebilir. Böyle
baktığımızda şu sonuç doğallıkla belirir, nasıl ki çöküşün psikolojisini yayan
unsurlar vardır, aynı ortamda yeniden doğumun psikolojisini yaymaya çalışanlar
da her an etkin halde bulunurlar.
Çöküş ya da
kıyamet felsefeleri ruhlara yerleştikçe bireydeki ölen parçacıklar güçlenir, ağırlığı artarak nihayetinde her
şeyi yutan bir kara delik haline gelir. Tersine yeniden doğum güçlendikçe
bireydeki yaşayan parçacıklar güçlenir. İşte biz bu doğumdan yana
parçacıklarımızı güçlendirmeye odaklandıkça her şeyimiz bu arada dünya
görüşünüz de başkalaşır. Her şeyimiz derken beden, ruh ve zihnin buna dahil
olduğunu bilelim. Örneğin kilolarımızdan kurtulmak istiyorsak yaşayan
parçacıkları gözlemeliyiz, diyet programları işin teknik tarafı oluyor, ki
onlar da elzem. Fakat asıl etken yaşayan
parçacığın güçlendirilmesidir. İşte bireylerdeki veya topluluklardaki yaşayan
ve ölen parçacıkların gözlemlenmesi ve uyum süreçlerinin kavranması bu açıdan
önemli. Çünkü yaşayan ya da ölen parçacıklardır insanı yaşatan ya da öldüren.
Yaşayan parçacıklara uyumlandıkça dünya
görüşü ya da inançlar başkalaşır. Böylece yaşam enerjisi artarak devam eder ve
çöküş felsefelerinin bireylerdeki yansımaları sönüp gider. Fakat bireysel
tarihimizde ve tüm çağ boyunca yaşayan ve ölen parçacıkların savaşına tanık
oluruz. Çöküş felsefelerinin rüzgarıyla
keyif içinde ‘’dünya batacak’’ diye geniş geniş geviş getirenlerden uzaklaşmak
kişisel düzeyde yapılabilecek ilk hareket belki de.
Diğer yandan bu ve tüm konuları
ülkenin, dünyanın, insanlığın, hayatın akışını dikkate alarak yorumlamalı. Böylesi
bir yorum derinliğini arzu eder aslında insan beyni ve ruhu. Bu derinliğe
ulaşamadıkça huzursuz olur, huzur denilen ortamın da farkında olmaz, huzurdan
huzursuzluk çıkarmaya eğilimli olur. Nevrotik birçok eğilimin kaynağı
burasıdır, derinliksiz, sığ bakışların narsizme davetiye çıkarması bu
yüzdendir. Atasözü dolu başağın bağı eğik olur derken bunu söylemez mi? Çünkü
beyinlerimiz ne kadar çok çeşitte ve sayıda olayla yüzleşirse o kadar sağlıklı
yorum yapabilir, dolu bir başaktır o ve kolay kolay ölümcül hata yapmadığı
gibi, kolaycacık depresyona da girmez.
İnternet, gazete ya da herhangi bir
yerde rastlanılan üç, beş bilgi kırıntısıyla yola çıkıp çöküş felsefelerine
kapılmak mümkündür. Çünkü oradaki kırıntılar, derinliksiz oldukları için eninde
sonunda belirsizliğe sürükler insanı. Sonuçta kendi korkularımızı, kuruntularımızı
sabitlenmiş olmaktan öteye bir işlevi olmaz bu tür kırıntı bilgilerin. Örneğin
sosyal medyada okuduğumuz özlü sözlerle hayatı yorumlama gafletine düşersek,
ölüm psikolojisine gafil avlanmışız demektir. İnsanlığın bilimsiz bırakılmışlığının
yeni çevrimi de böyledir işte. Üç beş lafla, kimin dediği belli olmayan garip,
süslü sözlerle felsefe yapıldığının sanılması, bu kırıntılarla dünyayı ya da
kendini yorumladığını sanması insanın. İşte bu bilimsizliğin yeni versiyonudur.
Bilim ve dahası bilimi de kapsayan ‘’bütüncül
yönteme’’ yönelmek ise içimizdeki yaşayan insanı uyandırır. Burada söz konusu
olan ve önerilen öncelikle bir yöntemdir. Çünkü tüm bilimler parça pinçik bölünerek
birbirine yabancılandığı için ‘’sentez bilgi yöntemi’’ bir ihtiyaç haline
gelir. Bilimin ve bilimcilerin sansürleyerek unuttuğu bir tür olarak sentez
bilginin işte bu noktada kaderi o kadar da başıboş değildir. İnsanlık, tam da
bu ihtiyaç belirdiğinde, birikim bilgisini aşan sentez bilgiyi gözleyen,
gözetleyenler insanları çıkarır kendi içinden. Bir tür gözcülük işleviyle bu insanlar,
özellikle çağ dönüşümlerinde her tür zorluğa rağmen sanki kurulmuş gibi ortaya
çıkarak söyleyeceğini söyler, yapacağını yaparlar. Toplumsal çevrimler kendi
akışını kişiler bazında bu tür insanları işlevlendirerek garantiye alır. Günümüzün farkı ise artık
hemen her bireyin bu tür bir yola girmek sorumluluğu ile yüzyüze olmasıdır.
Fakat eşitsiz gelişim yasasından ötürü her kişide farklı bir gelişim izler.
Eskiden peygamberler, liderler, öğretmenler, arifler, bilimciler ve daha birçok
görünümü olabildi bu insanların. Fakat bugün herkes kendisinin peygamberi
olmakla yüzyüzedir, ya da herkes kendisinin öğretmeni ya da lideri olmak
sorumluluğuyla karşı karşıyadır. İşte yeni olan budur. Artık her birey şu ya da
bu ölçüde toplumsal çevrimi doğru okumanın yolunu yöntemini kendi ritmiyle
bulmak zorunda olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz.
İnsanlığın sentez bilgisini bir ana
yol ya da otoban olarak düşünürsek, işte bu çöküş ya da ölüm felsefecileri
insanlığı ana yoldan çıkarmaya çalıştıkça sentez bilginin gözcüleri tam tersine
ana yola davet eder. Ve sanılanın tersine işleri çok kolay ve keyiflidir.
Kıyametçilere gelirsek, insanlığın resmine yüzeysel olarak baktığımızda gerçekten
iç açıcı bir durum göremeyiz. Ancak hayatın kendisi bu bakışı yalanlar. Duruma
bir de bütüncül bakışla ve sade bir mantık yürüterek bakalım, öylemiymiş. Dünyamız
beş milyar yıldır yaşıyor. Doğa bilimcilerine bakarsak ve de böyle devam ederse
insanlık bin yıl daha yaşayabilirmiş. Daha
pesimistlere göre ise kesinlikle bin yıldan daha önce yok ederiz dünyayı. Elbette
bu tür tahminlerin de bir anlamı var, fakat girmeyelim. o ayrı bir konu. Şimdi en
karamsar tahminde bulunsak bile yüz yıllık bir ömrün altına düşemiyoruz, ki bu
en karamsar tahmindir. İşte bu ve benzeri tahminler tam da burada çöp oluyor. Neden,
çünkü insan toplumu öylesine kararlı bir yapıya kavuşmuşturki bu tür ölüm/yaşam
ikilemlerinde her zaman ‘’toplum biçimini değiştirerek’’ yoluna devam eder. Elbette
bu bir iddia değil, gerçeğin ta kendisi. Gerçeği yaşanmış bir olay, hareketin
bir parçası olarak tanımlıyorsak eğer tarihsel bir olgu olarak böyle bir
gerçeği tespit edebiliriz. Yani yaşamın doğrudan okuması bu gerçeği söylüyor
bize, tarihe bakarsak görmek kolay. Başka neler görüyoruz ona bakalım. İnsanlık
yok olmak yerine toplum biçimlerini değiştiriyor demiştir, işte bu değişimlerin ritminin artarak, değişim sürelerinın
kısaldığını söylüyor. Bunlar da iddia
değil doğrudan tarihsel gerçekler. Bakalım. Küreselleşme çağı son yirmibeş
yıldır devam ediyor. Öncesi bloklar çağı, yüz yıla yakın sürmüş. Daha geriye
gidelim kapitalizm beşyüz yıldır devam ediyor. Öncesi altıbin beşyüz yıl süren
antik çağ. Hiçbiri kalmadı, elenip gittiler. Buradan çıkaracağımız sonuç ritmin
arttığı ve toplum biçimlerinin gelişim sürelerinin kısaldığıdır.
Ve şimdi sanki her zamankinden daha
beter bir durumdaymışız gibi görünür. Herkes doğayı ve insanı yok etmek için
saldırıyor gibidir. Tabi bu durumda şu soru anlam kazanıyor, daha ne kadar
dayanabilir doğa ve insan bu saldırılara? Onu da az çok öngörebiliriz, fakat
emin olduğumuz tek gerçek şu ki, doğa ve insan tam da çöküşün eşiğindeyken
çökmüyor tam tersine kendisini çöküşe sürükleyenleri selekte ediyor, kendisini
kıyamete sürükleyenleri eliyor. Kanun budur, inanalım inanmayalım bizim
inancımıza bakmadan kanun hükmünü icra eder.
Burada şu söylenebilir ‘’canım nasılsa kanun buymuş, o halde yan gelip
yatalım’’. İşte bu durumda ortaçağın git
git bitmeyen uzayışı gibi sancılı olur her şey.
Yeni çağın doğumu uzun ve sancılı olacak demektir. O yüzden kanunu
bilerek ona ‘’uyum sağlamak’’ doğumun sağlıklı ve zamanında olması anlamına
gelir. İşte tam bu yüzden de ebelere ihtiyaç olur. Doğumun komplikasyonlarını bilen
ve yapılması gerekeni zamanında yapan ebeler bu yüzden önemlidir. Çağın
doğumuna yardımcı olan ebelerin ortaya çıkması için de öncelikle kendilerinin
doğmuş olması gerekir.
Tarihin tıkandığı yerin ‘’birey’’
olduğunu biliyoruz. Çünkü toplumlar doğadan çıktığından itibaren parçalanarak
bireye kadar geldi. Hatta sınıflı toplumun son kontenjanı olan ‘’kişi çevrimiyle’’
kişiler de iç kişiliklerine bölünmüş durumda. Yani parçalanma kişinin içinde
devam ediyor. Herkes kendi içine baktığında birkaç karakter görecektir en basit
anlatımıyla. Bunlar her çevrimin mirası iç kişiliklerdir ve o insanı her biri
ayrı bir yere çekip durur. Konu detaylı olduğu için ihtiyacımız olan kısmıyla
değinmiş olalım ve yine konuya gelelim. Fakat bir ekleme, toplumsal çevrimlerin
akışında her tıkanmayı çözen ve yeni çevrimin önünü açan güçlerin de
değiştiğini söylemeliyiz. Bu güç her çevrimde farklı olmuştur, örneğin bu ilkel
komünler olabildiği gibi, toplumsal sınıflar da olabildi. Bu durumda şunu
söylemiş oluyoruz, toplumsal çevrim tıkandığında sınıflar eliyle onlara devrim,
savaş yöntemiyle kendi önünü açmış olur. Örneğin bugün sınıf hareketinin bir
daha geri dönülmez bir şekilde zayıflamış olmasının altında bu gerçek yatar,
çünkü toplumsal çevrimler sınıf kontenjanını kullanmıştır. Elbette sınıflar
yine vardır ve etkili olacaktır fakat ana halka orası değildir, diyerek
geçiyoruz. İşte günümüzde tarihin
tıkandığı yerin neresi olduğunu bilmek onun önünü açmak ve yeni çağın doğumuna
yardımcı olmak bakımızdan önemli. Ve biliyoruz ki ‘’kişi çevriminin açılmasıyla
beraber’’ tarihin tıkandığı ve yeniden doğacağı yerin adresi kişi oluyor. Bu
çağın adı o yüzden ‘’kişi çevrimi’’ oluyor. Bu son cümlelerin açılımı başka
yerlerde bulunduğu için ve de yeri geldiği için sadece değinmiş olalım, konuya
dönelim.
Küreselleşmenin, genel işleyişi
açısından en fazla yirmi beş yıllık bir ömre sahip. Fakat bu kısa ömründe eski
etnik çevrim kalıntılarına son vermesi bakımından, yani büyük resim açısından ilerleme
sayılır. Bütün ulusal pazarlar küreselleşmek
zorunda kaldığı için, antik çevrimin derebeyi
artıkları artık insanları etkileyemiyor. Evet küreselleşme daha önceki çağlara
benzemeyen bir sömürü ve savaş aygıtı kurdu fakat eski çevrimlere ait
kalıntıları da kazıyarak daha büyük bir yeniden doğumun ön hazırlığını yapmış
oldu. Bunun olumlu, olumsuz taraflarını iyi ya da kötü olarak değerlendirmek
başka bir şey, çevrimlerin ilerleyiş gerçeğini görmek başka bir şeydir. Yani
olan budur, tarih böyle ilerler. O yüzden tarihe bütüncül bakışı geliştiremezsek
yani tüm doğa ve insanlık tarihini göz önünde tutmazsak şu anın olaylarını
doğru değerlendiremeyiz. Dolayısıyla önümüzü de göremeyiz. Küreselleşmenin bu
tür bir ilerlemesi olmasaydı insanlar daha ileri düşünceleri geliştiremezlerdi.
Sınıfsal ya da ulusal gözlüklerle bakınca ters gibi görünebilir, fakat işte bu
gözlüklerle buraya kadar gelinebiliyormuş demek ki, görelim.
Peki, yeni teoriler, fikirler nerede?
Daha ötesi bunların hayat bulmuş ve hayatı etkileyen somut halleri nerede,
görünürde öyle bir şey yok diyebiliriz. Duruma
bu açıdan bakalım bir de. Madem çöküş felsefeleri ortalığı kaplamış ve yeni
fikirler henüz görünür hale gelememiş bunun bir açıklaması olmalı. Ve üstelik
yeni fikir iddiası varken ortada. Az önce söylediğimiz tarihe bütüncül bakış
kuralını ölçü olarak alalım ve ona göre ilerleyelim. Üzerinde kafa yorduğumuz sınıflı
toplum biçimiyle ilintili bir başlangıç noktası olarak Hegel’den başlayalım
örneğin. Hegel Almanya’da ortaya çıktığında ondan yüzelli yıl önce, Fransız ve
İngiliz düşünürleri vardı. Onları süte
benzetirsek eğer, yüz elli yıl boyunca sütün biriktiğini ve onlardan yüz elli
yıl sonra Hegel’in o düşüncelere maya olduğunu söyleyebiliriz. Evet yüz elli
yıl boyunca süt birikmişti ve Hegel o biriken süte sadece maya oldu. Bunu nasıl
yaptı, yüz elli yıl boyunca biriken bilgiyi sentez bilgi haline getirdi ve
ortaya müthiş bir yoğurt çıktı, yani ‘’diyalektik yöntem’. Fransız devrimi ve
öncesinde İngiliz devrimi ve onların düşünürlerinin muazzam birikimi olmasaydı
Hegel o senteze ulaşabilir miydi? Elbette o senteze ulaşamazdı, ancak unutmamız
gereken şu ki, bu keşif sadece bir yöntemdi. Yöntemin eksiklerini giderip
‘’tarihsel, maddeci diyalektik yöntem’’ haline gelmesi için Marks ve Engels’i
beklemek gerekti. Yani iki yüzyıl beklemek demekti bu. Marks ve Engels’ten beri
ki yüz elli yıl oluyor hala tüm alanlarda bilgi birikiyor. Tonlarca uzmanlık
birikimi var, savaşlar, devrimler, kurtuluş savaşları, genetik, kuantum bilgisi
birikmiş durumda. Yani o çağın biriken bilgisinin sentez hale getirilip
işlenmesi yani işe yarar yol gösterici somut bilgiye dönüşmesi sürecindeyiz. Kısaca
aynı durumdayız. Muazzam bilgiler birikti, onların yeni sentezleri de yapılıyor
elbette. Gözle görülüp elle tutulması için zaman gerekebilir fakat kesin olan
şu ki büyük bir ilerlemenin eşiğindeyiz. Çünkü temel keşiflerin ortaya
çıkmasına vesile olan bilgilere her yerden ulaşılabilir durumda artık.
Keşiflerin testi ve bunların izahı çözülmüş durumda ve çocuklara bile
anlatılabilecek durumda artık. Elbette eşitsiz gelişim yasası gereği sentez
bilgiye en çok ihtiyacı olan ve talep edenin ulaşabileceği yerde durur
şimdilik. Çünkü talepsiz arzın sonuçsuz kaldığı geçiş çağında yaşıyoruz. Diğer
yandan her tür gelişme teorik inanç temelini test edip güçlendirdikçe niteliğin
niceliğe dönüşümüne şahit olacağımız zamanlara adım atmış oluyoruz. Önümüzdeki yıllar
bunu yaşayacağız.
İnsanlık kendi yanlışlarını tarihsel
olarak eleme yeteneğine sahip bir tür ve bunu toplum biçimlerini değiştirerek
yapıyor. Bu yetenek en eski doğal seleksiyon temeline kadar uzayan bir geçmişe
sahiptir. Başa dönersek eğer, bütün bu gelişmelerden sonra yeni bir toplum
biçimine geçişin hazırlıklarını görebiliriz. Çünkü tarih böyle ilerliyor ve toplumlar
kendi yanlışlarını temizlemeye hazırlanıyor. Tarihe, insana, doğaya filmin
akışı gibi bakarsak durum öyle çöküş felsefelerinin ortaya koyduğunun tersine
bir seyir izliyor yani. Çok değil önümüzdeki elli yıllık dönemde belirgin bir
şekilde yeni bir toplum biçiminin gelişmeye başladığını görebileceğiz insanlık
olarak. Şu soru sorulabilir tam da bu noktada, peki günümüzde kökten değişecek ya da elenip eski
çevrim haline gelecek olan nedir? Çünkü her şeyin kökten değişmesinden başka
bir yol yokmuş gibi görünüyor. Öyle basit devrim, savaş ya da reformlarla idare
edilemez artık. Bunlar zaten uygulanan yöntemler ve bu tür yöntemlerin dünyayı
ne hale getirdiği ortada. Savaş eski sermayenin yöntemi malum, reformlarla yeni
piyasalar açma yöntemi ise en fazla yeni sermaye sahiplerinin uygulayabileceği
bir kontenjan. Belki bundan bahsedebiliriz ki o da bu medeniyetin ömrünü
uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Yani kesin çözüm olmaz, hastayı biraz daha
yaşatır, o kadar. Oysa biliyoruz ki bu hasta ölecek, hatta ruhen ölmüş durumda
aslında. Sadece maddesiyle, tekniği, üretimi, savaş aygıtlarıyla, algı
yönetimleriyle ayakta duruyor. Yoksa ruhsal olarak hayatta değil esasında,
gözlerinden belli., gidici.
Soruya dönersek elenecek olan nedir?
Geniş konu, çünkü insanlığın zorlandığı yer tam olarak burası. Çünkü bu
seleksiyon zorunluluğu küresel düzeyde ve tüm toplumsal alanları kapsıyor, bu
yüzden de henüz kavrayamıyor insanlık. Ancak kavramak zorunda ve o mecraya
girdik. Önce eski fikirlerinden,
ideolojilerinden sıyrılmak zorunda. Elbette zordur hem toplumlar hem bireyler
için böyledir. Eski fikirlerin sürekli elenip yok olduğuna şahit olacağız,
çünkü yeni çevrimin başlangıcı hep yeni bir ruhla beraber olur. Bu da eskiden
vazgeçişle mümkün, başka yolu da yok maalesef. Yeni düşünce de yetmez onda
ustalaşmak ve her alana uygulama kapasitesine ulaşmak önemli. Bu da ancak
gerçek bir ruhsallık oluşturabilecek teorik açılımla mümkün hale gelir. Bunun
dışındaki fikirler yeni gibi görünseler de kendisini yeniden üretip
genişletemedikleri için elenir giderler. Üstelik bu durum herkes tarafından
görülüp gözlenebilir bir ortamda cereyan eder.
Medeniyet güzel bir şey gibi görünse de sınıflı toplum
demek. Antik çevim tarihinde otuza yakın medeniyet kurulmuş ve çökmüş. Bu medeniyetler
zenginlik, bina ve zinanın birikmesiyle birlikte kuruluş aşamasının canlılığını
zamanla kaybediyorlar. Bariz bir şekilde gözlenebilen beş aşamadan geçerek
çöküyorlar. Çöküş aşaması en çok sarayın yapıldığı, yöneticilerin savurganlığının
had safhaya ulaştığı, hiçbir değere saygının kalmadığı, hırsızlık ve arsızlığın
açıkça hüküm sürdüğü zamanlar. Fakat kendi içlerinden yeni bir toplum biçimini
kurabilecek devrimci sınıflar çıkaramadığı için dışarıdan ‘’barbar komünal
toplumlar’’ gelip bunları yıkıp ortadan kaldırıyorlar. Yerine ya yeni bir medeniyet kuruyorlar ya da
yıktıkları medeniyette büyük bir reform yaparak canlandırıyorlar. Bunun en
güzel örneği, Oğuz-Türkmen boylarının çöken İslam Medeniyetini hem yenip hem de
yeniden canlandırmasıdır.
İslamiyetin kendisi de aynı kaderi
paylaşır. İlerici, devrimci bir çıkışla doğar. Fakat sonradan sınıflı toplumun biriktirme ve ona
bağlı çürüme süreçleri işlediği için o ilk çıkıştaki temizliğinden eser kalmaz.
O da büsbütün sayarlaşarak antik derebeylerin elinde çürür.
İşte bu medeniyetlerin çöküş zamanlarında
‘’kıyamet’’ fikirlerini üretirler. Medeniyet ölümünü görür fakat kendi içinden
bir çıkış bulamayınca bu ölümlerini felsefe haline getirir. Bu felsefelerin
ortak yani ölümü güzelleme, onda bir anlam bulma üzerine kuruludur. Hayattan,
dünyadan vazgeçiş yüceltilir.
Örneğin Budizm bu tür felsefelerin,
inanışların şahikasını yaratmıştır. Avrupa ve Amerika’da özellikle aydın
sınıflar, çöküşü hissettikçe durup durup keşfederler. Yüzünü ölüme dönenler için
dünyadan vazgeçme inanışı olarak Budizm bulunmaz nimettir. Öte yandan yeni
nesiller dengeyi bulmak için Budizme yönelirler, onun ölümü kutsayan
taraflarıyla tanıştıkça uzaklaşırlar. Tabi kendilerinde yaşama enerjisi varsa,
yoksa orada kalıp patinaja devam etmiş olurlar. Bu açıdan her hangi bir dinin bu
arada Budizm’in de bugüne hiçbir ışık tutamayacağını söylemeliyiz. Örneğin
ölümden sonra yeniden doğuş fikri sanki Budizm’in icadıymış gibi pazarlanır
çoğu kez. Ölümden sonra yaşam fikri ne onlara aittir ne de yenidir. Bu düşünce Hindistan
kaynaklı medeniyetlerden hatta Sümer medeniyetlerinden on binlerce yıl önce zihinsel alanımıza girer.
Bugünkü dinlerin kaynağı animist çevrime aittir aslında. Animizmin son
zamanlarında ki bundan en az yüzbin yıl öncesi oluyor insanlar en fazla iki
heceli dil kullanabiliyorlardı ve ön beyinleri çok yeniydi. İşte bu zamanlarda
bile ölülerini gömüyorlardı ve yanına da onun sevdiği, kullandığı eşyaları
koyuyorlardı. Demek ki daha o zamanlarda ölümden sonra diriliş inancı geliştirmişti
insan türü. Aslına bakarsanız animist çevrim dediğimiz zaman, orada insanın bir
inanışı, dünya görüşü, basitte olsa bir dili vardır. Demek ki tüm dillerin,
dinlerin, inanışların, hatta üretimlerin filan kaynağı o kadar eskiye dayanıyor
ve ‘’kaynak birdir’’. Resmi, müziği, dansı, heykeli hatta üretimi de vardır. Fakat
tüm bunların isimleri sonradan konulur, din olur, etnik köken olur, olur da
olur. Çünkü kaynaktan uzaklaştıkça
başkalaşırlar, dönüşürler isimleri de dönüşür bu arada. Sonuçta her şeyimiz oradan çevrimleşerek gelir
ki buna bilimsel bilinç de dahil. Bilim sadece bunları bir üst düzeye
sıçratmanın bilince çıkarmanın aracı olur. Fakat kendisi de mal biriktiren
sınıfların emrine girdikçe o ‘’mal bilinci’’ne esir olur ve elenir. İşte ‘’bilim’’de
olsan akışın yasalarına uymazsan elenirsin. Siz cümledeki bilim yerine
istediğinizi yazın, siyaset yazın, felsefe yazın, ekonomi yazın, sanat yazın,
para pul yazın, kadın yazın, erkek yazın. İşte çağımız her şeyin yeni çevrime
hazırlandığı ve tabi eski çevrime ait nen varsa elekten geçirilip bir kenara
konduğu böylesine bir çağdır ve bildiğimiz hiçbir şey aynı kalamaz.
İlginç olan da budur aslında. Çok kez yeni
bir şey yaratmış gibi böbürlenen insanlığın hemen her faaliyetinin kökeni, ilk
temeli vardır. Tabi o temel hep devirdaimle ilerler. Ve ilerlerken ister doğa, ister toplum/insan
hareketi olsun belli yasalar üretir. İşte bizim yapmamız gereken o yasaları
okumak ve uyum sağlamak. Bu anlamda çevrim yasaları dediğimiz yasalar da yeni
değildir. Biz bu hareketin ürettiği belli bazı yasaları henüz şimdi
okuyabildik, o kadar. Herkes de okuyabilir tabi kendince. Okumalı da, hatta
uyum sağlayıp geliştirmeli. Çünkü insanlık böyle ilerler, tıkandığı yerde bu
yasalara uyum sağlayarak yeni bir yaşam biçimi geliştirir ve yaşar.
Bugün eksik olan da budur, hayatı en
eski kökleriyle ele almak ve geliştirmek. Yoksa krizlerin, bunalımların etkileri
kişisel ve toplumsal kıyamet demek. İşte bu kıyametleri aşmak için teşhiste
derinlik olmalı, teşhis ne kadar derin olursa şifası da o derinlikte olmaz mı? Krizleri
sahiplenmeyip görmezden gelirsek, kıyamet de o derece mahşeri olur. Savaşlar,
göçler kapımızı çalar, hastaneler, psikologlar ve her tür hastalık kapımızı
çalar fakat asıl meselenin üzerinden atladığımız için çözüm bulamayız. Asıl mesele
doğa ve insanın gidişat yasalarına uygun düşünceler, inançlar, davranışlar daha
ötesi yaşam biçimleri geliştirmektir. Yani tohuma, çocuğa, kadına, yeryüzüne,
doğaya, insana sahip çıkmanın yeni yollarını, yöntemlerini geliştirmeliyiz. Aksi
halde yeninin doğumu gecikir, sancı büyür, hastalıklar her yanı sarar. Uyanış öyle
de olur tabi ama işler daha kötü bir noktaya gelmiş olur. Biz tabi ‘’kötü
olmayı göze alarak’’ bunları söylemek kaderiyle yüklüyüz, elbette beklenti,
çıkar, şan şöhret şu, bu olmadan. Öte yandan yanlışımız, eksiğimiz varsa bunu
gerçekler, hayat, insanlar söyler ve söylesin lütfen. Çünkü yanlışımıza sahip
çıkıp onu düzeltmekle insanlaşabiliyoruz. Biliyoruz ki önümüzdeki zamanlar bu
tür kaprislerin, komplekslerin hiçlendiği yeni bir insanlaşma çevrimidir. Her yerde
bunun altını çizmekte fayda var. Bunu daha çok yeni nesillere söylüyorum, çünkü
biliyorum ki en çok onlar duyar. Eski kuşakların genel eğilimi kendi
dünyalarının güvenli sınırları içindeki yollarda yürümek. Fakat işte o güvenli
sınırlar artık güvenli olmayabilir, yeniden düşünmek gerekir sanki. Çünkü kaderden
kaçılmaz. Kaderini görüp yaratmak ise başka bir şey. Kişi de toplumlar da kendi
kaderini görüp onu yaratabilecek kapasitede çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder