18 Eylül 2018

Gençarov'un Askerleri

           İçinde bulunduğumuz çağ yaşadığımız toplum biçiminin son durağı oluyor. Aynı zamanda yeni bir toplum biçiminin doğum sancılarının başladığı geçiş çağı. Çöküş ve geçiş çağlarının tarihte ve günümüzdeki paralelliklerini ele almak içinde bulunduğumuz çöküş atmosferini kavramak açısından önemli. Bu yazıda, çöküş ve geçiş çağlarına özgü temel bazı özellikleri ele alıyorum. Konuya çevrim bilgisinin gözüyle bakmak da diyebilirsiniz. Bir önceki ‘’Krizler ve Kerterizler’’ başlıklı yazıda,, ikibinli yılların başından beri insanlığın giderek yükselen bir krizler ve sancılar iklimine adım attığı ve öncekilerden farkının bu krizin geçici olmadığı özellikle belirtilmişti. Aslına bakarsanız ikibinli yılların başında çevrim yasaları daha ilk belirdiğinde bu tür projeksiyonları elimize vermekten geri kalmıyordu. Tabi yetişebildiğimiz kadarıyla toplumsal akışa dair bu okumaları ve gelecek öngörülerini önemli olduğu oranda yazmaya ve duyurmaya çalışıyoruz.
İşte bu yazıdaki konu da son yıllarda herkesin dilinden düşürmediği ‘’dünyanın sonu geldi, insanlıkta ümit yok, öldük, bittik’’ olarak aktüalize edilebilecek bir yaklaşım olan kıyamet senaryoları. Bunların nedenleri, nasıl ve nereden yayıldığı ve neden bu derece benimsendiği üzerine. Doğruluk payı var mı, yok mu, işte bunun tartışması ve çeşitli boyutları ele alınıyor.             
Ölümü, kıyameti, çözülmeyi ve tüm bunlardan dolayı ortaya çıkan yan ürünleri yücelten felsefelere kategorik olarak ‘’çöküş felsefeleri’’ diyebiliriz.

Günümüz olaylarının hem bireylerde hem toplumlarda yarattığı etkiler devasa boyutlarda ve yorumlanamaz gibi görünürler. Ve, evet doğrudur, insanlık  geleceğini  kaybetmiş gibidir. ‘’İnsanlık nereye gidiyor’’ benzeri başlıklarla yazılar yazılması, araştırmalar, anketler, programlar yapılması tesadüf değil.  Konunun, düşünen herkesçe ele alınıyor olması bir yana, hiçbir yorum da pek ikna edici gibi gelmiyor kimseye. Demek ki konunun ciddiyetinin hemen herkes farkında fakat yorumlama noktasında eksiklik var. Cümlenin ilk bölümü ise tamamen doğru, yani ciddi ciddi üzerinde kafa yorulması gereken bir durumla karşı karşıya  bulunuyoruz Hemen her toplumsal problem ele alınırken öncelikle bu konu üzerinden geçiliyor. Ya da problem üzerine konuşulduktan sonra genellikle ‘’sonumuz hiç iyi değil’’ minvalinden bir bağlamayla yine çöküş felsefesinin temel mottosu ortaya konuyor. Pesimistler veya kötümserler için bu gerçekliğin ta kendisidir. Onlara göre, insanlık geleceğini bütünüyle yitirmiştir. Küreselleşme denen sistem,  hem doğanın hem de insanlığın geleceğini çoktan  yutup bitirmiştir. Doğanın ve toplumun var olma koşulları çoktan beri ortadan kalkmıştır.
            Doğrudan doğruya bu düşüncenin kaynağını ortaya koymakla başlayalım. Evet insanlık geleceğin kaybetmiş gibi görünüyor, çünkü insanlık ,eski toplum biçiminden çıkıyor ve yeni bir toplum biçimine  geçiyor.  Eski bir çağ kapanıyor ve yerine yeni bir çağ  açılıyor. Yeni bir çağ açılırken de insanlık eski fikirlerini  tümden geride bırakmaya başlıyor, çünkü bu fikirler artık çalışmıyor. Hiçbir şeyi izah etmiyor, yol gösteremiyor. Elbette eski çağa ait tüm dünya görüşlerini  de geride bırakmak zorunda kalıyor. Dolayısıyla gelişmeler anlaşılmaz olay yığıntıları olarak algılanıyor.  Tüm bunlar çöküş ve geçiş çağlarının zihinlerde yarattığı akıl kaybı etkisidir ve yeni bir durum değildir asla. Ölen ya da çöken çağa ait hiçbir dünya görüşü içine girilen çağı açıklayamıyordur çünkü. İşte bu nedenle bir tür akıl kaybı hissiyatı oluşur. Bunun en trajik örneğini ortaçağda yaşamıştı insanlık. Fakat oradan da çıkmayı başardı.
Öte yandan, eski çağın kendisiyle beraber ona ait fikirler, ideolojiler ya da felsefeler de batıyor, fakat yerine öyle hemencecik yeni fikirler ortaya çıkmıyor. Bu çöküş veya geçiş çağlarının diğer bir özelliği. Geçiş çağları yeni düşünceler açısından çeşitli denemelerin yapıldığı, sezgisellikle, doğaçlamalarla ilerleyen yeni açılımların ortaya çıktığı, taşların kolayca yerli yerine oturmadığı zamanlardır. Yani diyelim ki ortaya yeni bazı düşünceler çıkmıştır, fakat bunların kolayca benimsenmesi, duyulması da mümkün değildir. Bu çıkış ve yeninin kendini ispat edişinin ve benimsenmesinin de bir kuralı vardır çünkü.  
Örnekle gidelim, Sovyetler Birliği’nin kurulduğu veya Anadolu Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaştığı zaman  ortaya yeni  bir çağ çıkmıştı. Bunlar tabi yeni çağın başlangıç noktaları oluyor. Sonrasında bu başlangıç noktaları çevrimleşerek ilerleyip ‘’bloklar çağına’’ vardı. Sonrasında 1990’lardan itibaren bloklardan eser kalmadı ve adına küreselleşme denilen yeni bir çağ açıldı.
Zamanı okumak için yeterince keskin gözlükleriniz varsa zaten zaman sizin yolunuzu aydınlatır. Bloklar çağı açısından baktığımızda örneğin yolunuzu bulmanız gayet kolaydı, yolunuz kendiliğinden denebilecek biçimde ortaya çıkıyordu. Bloklardan birini  ya da tam ortasını seçip yürürdünüz. Çağın bizzat kendisi yolu aydınlatmıştır zaten. Devlet gibi makro yapılardın, birey gibi mikro yapılara kadar durum böyledir.  Küreselleşme çağında da durum aynıdır, farkı ise her tür sorun küreselleşip daha da karmaşıklaşmıştır. Çözümlenmesi gereken sahalar da aynı oranda karmaşıklık gösterir haliyle. O halde şu yorumu yapabiliriz, her yeni çağ orijinal sorunları beraberinde getirir ve devamla şunu da söyleyebiliriz, o halde orijinal sorunların orijinal çözümlere ihtiyacı vardır. Bu da demek oluyor ki önceki çağların dünya görüşlerine felsefelerine benzemeyen, fakat onlardan haberdar hatta önceki tüm birikimi kapsayan orijinal bakışaçısına ihtiyaç var. İşte sorun tam olarak burada kendisini gösterir. Söz konusu orijinal bakışın ortaya çıkması, yaygınlık kazanması, benimsenip uygulama alanlarında kendisini test edip kararlı hale gelmesi tam bir problem olarak ortaya çıkar. Fakat beklenir ve emin olalım ki bu olur ve kendi yolu vardır. Çünkü insanlık hiçbir zaman tam bir tıkanıklık yaşamaz, toplumsal çevrim her tıkandığı yerde mutlaka kendisini garanti altına alan orijinallikte çözümlerle ortaya çıkar ve yürür.
İyi güzel de bu ne zaman olur, peki. Bu çıkışın en ilk habercileri her çağda benzeri bir şekilde ortaya çıkar. Çünkü her çağ bir öncekilerin birikiminden doğan yeni bir çevrim demektir. İşte bu habercileri aslında 1990’lı yıllardan beri görürüz ortalıkta ve aslında gözümüzün önündedirler. Şöyle konuşur bu haberciler ‘’dünyanın çivisini yerinden çıkardılar, bundan sonra hayır gelmez’’.  Bunlar ilk habercilerdir ve tüm topluma yerleşir yavaş yavaş. Fakat öncelikle gençler bu ölüm psikolojisine mutlaka bir yanıt üretirler. 1990 doğumlu neslin Gezi’ de yaptığı tam olarak da budur. Bu habercilerin sözleri insanların dillerine yerleşince çöküş felsefecileri işini yapmış ve tüm barutunu da tüketmiş demektir. O noktan sonra çöküş felsefeleri giderek sönümlenmeye başlayacaktır, artık onlara olan ilgi de eskisi gibi olmayacaktır.
Bu habercilerin kötümser enerjileri sinsice yerleşir ve birkaç yılı kalmış kanser hastaları gibi bir havaya doğru sürükler toplumları. Tüm toplumlar üzerinde aynı etkiyi yapar. Para, zaman ve çevre ilişkileri olanlar ‘’gününü yaşamaya bakarak’’ geçirirler, carpe diem olur her yer. Elbette çokça yararlı işler uğraşlar da görülür. Fakat genel toplumsal atmosfer için konuşursak bir şeyleri kurtarmak için sanki artık çok geçtir. Dolayısıyla toplumun geneli gidişata bir fren koymak istemez, insanların içinden gelmez. Fakat bilmemiz lazım ki toplumsallığın bu tür çöküş ve çürüme gidişatına karşı bir fren mekanizması vardır. Ve böyle bir mekanizmanın varlığını hatırlatan ve bunu ilk kullanan her zaman ‘’dönüşüm kuşağı’’ olur. Günümüzün ‘’dönüşüm kuşağı’’ da  bu frenlemeyi muazzam bir şekilde yaptı. Şimdi başka bir aşamaya hazırlıyor kendisini. Fakat dikkat edilirse görünmeyen bir hazırlıktır bu, en yakındakiler bile fark edemez, ki genellikle kuşağın ruhsal örüntüleriyle ilerlediği için kendisi bile pek fark edemez. Nasıl ki ‘’dönüşüm kuşağının’’ ortaya çıkacağı daha on yıl öncesinden ayan beyan belli olduğunda bunu açıkça söylüyorduk, işte şimdi de bu kuşağın akıl almaz ve önceki hiçbir sosyaliteyle anlaşılamayacak davranış biçiminin önümüzdeki yıllarda ortaya çıkacağını kolayca söyleyebiliyoruz. Kuşağın ilerleyişi açısında gözlediği en temel noktalardan birisi toplumun buna ne kadar hazır olup olmadığıdır. Kuşağın ruhsal örüntülerinin yokladığı düzeylerden birisi budur. Ve bu düzey henüz on üzerinden iki, hadi bilemedin üç olsundur. Toplumu boşverelim, ilerici, aydın, bilimci, vicdan sahibi insanlar buna ne kadar hazır, dahası hazır olabilecek mi. Toplumun geneli için ellerini başının arasına alıp düşünülecek tarafı burasıdır. Çünkü belli ki ‘’Dönüşüm Kuşağı’’ kendi sınavını tam not alarak geçti ve önümüzdeki zamanları da ele alacak elbette. Henüz işi bitmedi, bunun farkında ve yeni bir toplum biçimi için kendisini biriktiriyor. Çünkü tarih öyle bir noktaya geldi ki, bu nesil ferasetini, farkındalığını, duygusal olgunluğunu tam anlamıyla yerli yerine oturtmadan asla ve asla yeniden ortaya çıkmayacak. Aldığı dersleri derinliğine çalışıyor olduğundan emin olabilirsiniz. Ve yine emin olabilirsiniz ki eski toplumla ilişkileri örneğin Gezi’de olduğu gibi olmayacak, çünkü orada toplumun hemen her kesimi onlar için elenmiş oldu. Bayraklı sahte muhalifler, sahte komüncüler, sahte çevreciler, sahte ekolocikler, sahte feministler, iktidarlar, piyasalar, sanat sevicilerini zaten saymıyorum.

Ancak işte tam burada durmalı. Çünkü toplum kıyamete fren koymak istemediği halde yine de bir şeylerle uğraşır. Çöküş muhakkaktır, her şey batıyordur, fakat evler, arabalar alınır, evlilikler yapılır, şirketlere cv.ler gönderilir, arkadaşlar, hatta vapurlar filan da işin içine girer arada. İşte bu çelişkili durum bize gerçeğin diğer yüzünü gösterir. Bunlar çöküşün altında kalmak istemeyişin pratik yanıtlarıdır. Bunlar dilin, düşüncenin inkarını bir yana bıraktığımızda en nihayetinde yaşama isteğidir, yaşama gücünün ifadesidir. Gidişat ne kadar kötü olursa olsun, onu frenleme isteğidir bu. Soru şu hale gelir, bu freni yaptıran nedir? İşte biz bununla ilgileniyoruz, bunun üzerinde duruyoruz.
İnsanların nasıl düşündüğünü, hissettiğini belirleyen yaşam biçimleri ve ona bağlı birçok etken var. Genetik kökleri, etnik çizgileri, dinsel geçmişleri, içinde bulundukları sosyal sınıf, aile yapıları, çevresel ilişkileri gibi. Örneğin mülkiyet gelirleriyle yaşayan bir rantiye iseniz bu sizin psikolojinizi ve dünya görüşünüzü doğrudan etkiler. Az önce saydığımız etkenlerin toplam örüntüsü ise sizin kim olduğunuzu belirler. Sosyoloji bilim(siz)cilerinin üzerinde tepinmekten bıkmadıkları ‘’kimlik kavramı’’ budur işte. O kadar.
Fakat bugün bunlara bir dipnot düşmemiz gerekir. İnsanı bütüncül olarak kavrayabilmek, tüm bu etkenlerin eldesiyle birlikte bunları aşan ama hepsini kapsayan bir ‘’insanlaşma psikolojisi’’ tarafından etkilenir. Çağımız için yeni olan budur, çünkü insanlaşma evet her daim devam eder, fakat yeni bir düzeye sıçramak istiyor artık. Bu insanlaşma düzeyinin şu dinden, şu milletten, şu sınıftın bu meslekten olmasının bir manası yoktur. Bu tür bir insanlaşma psikolojine elde eden insan için hepsi hem vardır hem yoktur ve tavrı, tutumu bunların ötesinde bir benzersizlik gösterir. Bu ayrı bir konu başka yazılarda detaylıca var, girmeyelim.  
Sonuçta insanların bilgi edinme yöntemleri az önce söylediğimiz  örüntülerin karşılıklı gelişimiyle olur. Diyelim daha fazla zaman ayırıp tüm bu konulara çalışabiliyorsunuz, kendinizi geliştirebiliyorsunuz fakat yine de gelişiminiz, içinde bulunduğunuz bu koşulların bütüncül sınırlarıyla belirlenir. Yanlış anlaşılmaması için ‘’birleşmiş, toparlanmış birey’’ için bu sınırların her zaman genişletilebilir olduğunun altını çizmekte fayda var. Yani size bağlıdır bir yanıyla, diğer yanı az önce söylediklerimize.  Hem hem yasası çalışır yani.
Çöküş felsefelerinin bireye hangi yollardan yansıdığına dair bir açılım yapmak için uğradığımız bu ara duraktan sonra asıl konumuz olan çöküş felsefelerine dönmeliyiz şimdi. Çöküş ya da kıyamet felsefeleri ya da felsefecileri yeni değildir, bunlar antik çağların kıyamet fikriyatının modern çevrimleridir. Antik çevrimin kıyamet fikriyatı doğu kökenlidir, fakat modern çevrimde batı kaynaklı olduğunu gözleriz. Çünkü bu fikirler hep batan, çöken medeniyetlerin fikirleridir. Çevrimlerin ilerleyişi açısından konu bir yönüyle böyledir, çünkü çöküşün ideolojileridir bunlar, her çöküşte gözlenir. Bugün çöken medeniyetin başlangıç noktası malum Avrupa’dır. Kapitalizm ya da biraz yanlışı göze alarak söylersek sanayi devrimi (postmodern vs,ye dönüşsede) İngiltere kökenlidir. Yeryüzünün kaynaklarını kullanarak işin sonuna gelenler tarafından türlü isimlerle dillendirilir bu ideolojiler. Çünkü hakikaten ne tür bir işin içinde olduklarının, yedikleri haltın farkındadırlar ve artık sonuna geldiklerini de bu yüzden bilirler zaten. Avrupa ve onun gibi görünürde rahat içinde yüzen sosyal sınıf ve zümrelerden yayılır yeryüzüne çöküş felsefeleri.
            Yeryüzü ölçeğinde bir krize girildiğini yıllardır yazıyoruz tabi, önümüzdeki yıllarda çöküş farklı boyutlara evrilerek devam edecek. Buna şüphe yok.  Çöküşün neler getireceğine dair ayrıntılıların  üzerinde durmak gerekir. Zaten mesele geleni ve gideni görmek ve ona göre yaşamak değil midir? Çöküşün insanlığa yaydığı psikolojilerle baş edebilmek ve daha ötesi çıkış yollarına dair çalışmak bu açıdan önem kazanıyor.  Hemen ve ilk elden şunu söylemek lazım ki çöküş zamanları insan ruhlarındaki ölen yanları tetikler. İnsanların yaşayan ve ölen parçacıkları her an birlikte etkin halde bulunur. Yaşam ve ölüm hücresel düzeyden bireysel düzeye kadar birlikte döngüsel olarak davranır. Toplumlar için de öyle.  Zamanın, çağın her tür etkisi her an her mikro parçacıkta gözlenebilir. Böyle baktığımızda şu sonuç doğallıkla belirir, nasıl ki çöküşün psikolojisini yayan unsurlar vardır, aynı ortamda yeniden doğumun psikolojisini yaymaya çalışanlar da her an etkin halde bulunurlar.
            Çöküş ya da kıyamet felsefeleri ruhlara yerleştikçe bireydeki ölen parçacıklar  güçlenir, ağırlığı artarak nihayetinde her şeyi yutan bir kara delik haline gelir. Tersine yeniden doğum güçlendikçe bireydeki yaşayan parçacıklar güçlenir. İşte biz bu doğumdan yana parçacıklarımızı güçlendirmeye odaklandıkça her şeyimiz bu arada dünya görüşünüz de başkalaşır. Her şeyimiz derken beden, ruh ve zihnin buna dahil olduğunu bilelim. Örneğin kilolarımızdan kurtulmak istiyorsak yaşayan parçacıkları gözlemeliyiz, diyet programları işin teknik tarafı oluyor, ki onlar da elzem.  Fakat asıl etken yaşayan parçacığın güçlendirilmesidir. İşte bireylerdeki veya topluluklardaki yaşayan ve ölen parçacıkların gözlemlenmesi ve uyum süreçlerinin kavranması bu açıdan önemli. Çünkü yaşayan ya da ölen parçacıklardır insanı yaşatan ya da öldüren. 
Yaşayan parçacıklara uyumlandıkça dünya görüşü ya da inançlar başkalaşır. Böylece yaşam enerjisi artarak devam eder ve çöküş felsefelerinin bireylerdeki yansımaları sönüp gider. Fakat bireysel tarihimizde ve tüm çağ boyunca yaşayan ve ölen parçacıkların savaşına tanık oluruz.  Çöküş felsefelerinin rüzgarıyla keyif içinde ‘’dünya batacak’’ diye geniş geniş geviş getirenlerden uzaklaşmak kişisel düzeyde yapılabilecek ilk hareket belki de.
Diğer yandan bu ve tüm konuları ülkenin, dünyanın, insanlığın, hayatın akışını dikkate alarak yorumlamalı. Böylesi bir yorum derinliğini arzu eder aslında insan beyni ve ruhu. Bu derinliğe ulaşamadıkça huzursuz olur, huzur denilen ortamın da farkında olmaz, huzurdan huzursuzluk çıkarmaya eğilimli olur. Nevrotik birçok eğilimin kaynağı burasıdır, derinliksiz, sığ bakışların narsizme davetiye çıkarması bu yüzdendir. Atasözü dolu başağın bağı eğik olur derken bunu söylemez mi? Çünkü beyinlerimiz ne kadar çok çeşitte ve sayıda olayla yüzleşirse o kadar sağlıklı yorum yapabilir, dolu bir başaktır o ve kolay kolay ölümcül hata yapmadığı gibi, kolaycacık depresyona da girmez.
İnternet, gazete ya da herhangi bir yerde rastlanılan üç, beş bilgi kırıntısıyla yola çıkıp çöküş felsefelerine kapılmak mümkündür. Çünkü oradaki kırıntılar, derinliksiz oldukları için eninde sonunda belirsizliğe sürükler insanı. Sonuçta kendi korkularımızı, kuruntularımızı sabitlenmiş olmaktan öteye bir işlevi olmaz bu tür kırıntı bilgilerin. Örneğin sosyal medyada okuduğumuz özlü sözlerle hayatı yorumlama gafletine düşersek, ölüm psikolojisine gafil avlanmışız demektir. İnsanlığın bilimsiz bırakılmışlığının yeni çevrimi de böyledir işte. Üç beş lafla, kimin dediği belli olmayan garip, süslü sözlerle felsefe yapıldığının sanılması, bu kırıntılarla dünyayı ya da kendini yorumladığını sanması insanın. İşte bu bilimsizliğin yeni versiyonudur.
Bilim ve dahası bilimi de kapsayan ‘’bütüncül yönteme’’ yönelmek ise içimizdeki yaşayan insanı uyandırır. Burada söz konusu olan ve önerilen öncelikle bir yöntemdir. Çünkü tüm bilimler parça pinçik bölünerek birbirine yabancılandığı için ‘’sentez bilgi yöntemi’’ bir ihtiyaç haline gelir. Bilimin ve bilimcilerin sansürleyerek unuttuğu bir tür olarak sentez bilginin işte bu noktada kaderi o kadar da başıboş değildir. İnsanlık, tam da bu ihtiyaç belirdiğinde, birikim bilgisini aşan sentez bilgiyi gözleyen, gözetleyenler insanları çıkarır kendi içinden. Bir tür gözcülük işleviyle bu insanlar, özellikle çağ dönüşümlerinde her tür zorluğa rağmen sanki kurulmuş gibi ortaya çıkarak söyleyeceğini söyler, yapacağını yaparlar. Toplumsal çevrimler kendi akışını kişiler bazında bu tür insanları işlevlendirerek  garantiye alır. Günümüzün farkı ise artık hemen her bireyin bu tür bir yola girmek sorumluluğu ile yüzyüze olmasıdır. Fakat eşitsiz gelişim yasasından ötürü her kişide farklı bir gelişim izler. Eskiden peygamberler, liderler, öğretmenler, arifler, bilimciler ve daha birçok görünümü olabildi bu insanların. Fakat bugün herkes kendisinin peygamberi olmakla yüzyüzedir, ya da herkes kendisinin öğretmeni ya da lideri olmak sorumluluğuyla karşı karşıyadır. İşte yeni olan budur. Artık her birey şu ya da bu ölçüde toplumsal çevrimi doğru okumanın yolunu yöntemini kendi ritmiyle bulmak zorunda olduğu bir döneme girmiş bulunuyoruz.
İnsanlığın sentez bilgisini bir ana yol ya da otoban olarak düşünürsek, işte bu çöküş ya da ölüm felsefecileri insanlığı ana yoldan çıkarmaya çalıştıkça sentez bilginin gözcüleri tam tersine ana yola davet eder. Ve sanılanın tersine işleri çok kolay ve keyiflidir. Kıyametçilere gelirsek, insanlığın resmine yüzeysel olarak baktığımızda gerçekten iç açıcı bir durum göremeyiz. Ancak hayatın kendisi bu bakışı yalanlar. Duruma bir de bütüncül bakışla ve sade bir  mantık yürüterek bakalım, öylemiymiş. Dünyamız beş milyar yıldır yaşıyor. Doğa bilimcilerine bakarsak ve de böyle devam ederse insanlık  bin yıl daha yaşayabilirmiş. Daha pesimistlere göre ise kesinlikle bin yıldan daha önce yok ederiz dünyayı. Elbette bu tür tahminlerin de bir anlamı var, fakat girmeyelim. o ayrı bir konu. Şimdi en karamsar tahminde bulunsak bile yüz yıllık bir ömrün altına düşemiyoruz, ki bu en karamsar tahmindir. İşte bu ve benzeri tahminler tam da burada çöp oluyor. Neden, çünkü insan toplumu öylesine kararlı bir yapıya kavuşmuşturki bu tür ölüm/yaşam ikilemlerinde her zaman ‘’toplum biçimini değiştirerek’’ yoluna devam eder. Elbette bu bir iddia değil, gerçeğin ta kendisi. Gerçeği yaşanmış bir olay, hareketin bir parçası olarak tanımlıyorsak eğer tarihsel bir olgu olarak böyle bir gerçeği tespit edebiliriz. Yani yaşamın doğrudan okuması bu gerçeği söylüyor bize, tarihe bakarsak görmek kolay. Başka neler görüyoruz ona bakalım. İnsanlık yok olmak yerine toplum biçimlerini değiştiriyor demiştir, işte  bu değişimlerin ritminin artarak, değişim sürelerinın kısaldığını söylüyor.  Bunlar da iddia değil doğrudan tarihsel gerçekler. Bakalım. Küreselleşme çağı son yirmibeş yıldır devam ediyor. Öncesi bloklar çağı, yüz yıla yakın sürmüş. Daha geriye gidelim kapitalizm beşyüz yıldır devam ediyor. Öncesi altıbin beşyüz yıl süren antik çağ. Hiçbiri kalmadı, elenip gittiler. Buradan çıkaracağımız sonuç ritmin arttığı ve toplum biçimlerinin gelişim sürelerinin kısaldığıdır.
Ve şimdi sanki her zamankinden daha beter bir durumdaymışız gibi görünür. Herkes doğayı ve insanı yok etmek için saldırıyor gibidir. Tabi bu durumda şu soru anlam kazanıyor, daha ne kadar dayanabilir doğa ve insan bu saldırılara? Onu da az çok öngörebiliriz, fakat emin olduğumuz tek gerçek şu ki, doğa ve insan tam da çöküşün eşiğindeyken çökmüyor tam tersine kendisini çöküşe sürükleyenleri selekte ediyor, kendisini kıyamete sürükleyenleri eliyor. Kanun budur, inanalım inanmayalım bizim inancımıza bakmadan kanun hükmünü icra eder.  Burada şu söylenebilir ‘’canım nasılsa kanun buymuş, o halde yan gelip yatalım’’.  İşte bu durumda ortaçağın git git bitmeyen uzayışı gibi sancılı olur her şey.  Yeni çağın doğumu uzun ve sancılı olacak demektir. O yüzden kanunu bilerek ona ‘’uyum sağlamak’’ doğumun sağlıklı ve zamanında olması anlamına gelir. İşte tam bu yüzden de ebelere ihtiyaç olur. Doğumun komplikasyonlarını bilen ve yapılması gerekeni zamanında yapan ebeler bu yüzden önemlidir. Çağın doğumuna yardımcı olan ebelerin ortaya çıkması için de öncelikle kendilerinin doğmuş olması gerekir.
Tarihin tıkandığı yerin ‘’birey’’ olduğunu biliyoruz. Çünkü toplumlar doğadan çıktığından itibaren parçalanarak bireye kadar geldi. Hatta sınıflı toplumun son kontenjanı olan ‘’kişi çevrimiyle’’ kişiler de iç kişiliklerine bölünmüş durumda. Yani parçalanma kişinin içinde devam ediyor. Herkes kendi içine baktığında birkaç karakter görecektir en basit anlatımıyla. Bunlar her çevrimin mirası iç kişiliklerdir ve o insanı her biri ayrı bir yere çekip durur. Konu detaylı olduğu için ihtiyacımız olan kısmıyla değinmiş olalım ve yine konuya gelelim. Fakat bir ekleme, toplumsal çevrimlerin akışında her tıkanmayı çözen ve yeni çevrimin önünü açan güçlerin de değiştiğini söylemeliyiz. Bu güç her çevrimde farklı olmuştur, örneğin bu ilkel komünler olabildiği gibi, toplumsal sınıflar da olabildi. Bu durumda şunu söylemiş oluyoruz, toplumsal çevrim tıkandığında sınıflar eliyle onlara devrim, savaş yöntemiyle kendi önünü açmış olur. Örneğin bugün sınıf hareketinin bir daha geri dönülmez bir şekilde zayıflamış olmasının altında bu gerçek yatar, çünkü toplumsal çevrimler sınıf kontenjanını kullanmıştır. Elbette sınıflar yine vardır ve etkili olacaktır fakat ana halka orası değildir, diyerek geçiyoruz.  İşte günümüzde tarihin tıkandığı yerin neresi olduğunu bilmek onun önünü açmak ve yeni çağın doğumuna yardımcı olmak bakımızdan önemli. Ve biliyoruz ki ‘’kişi çevriminin açılmasıyla beraber’’ tarihin tıkandığı ve yeniden doğacağı yerin adresi kişi oluyor. Bu çağın adı o yüzden ‘’kişi çevrimi’’ oluyor. Bu son cümlelerin açılımı başka yerlerde bulunduğu için ve de yeri geldiği için sadece değinmiş olalım, konuya dönelim.
Küreselleşmenin, genel işleyişi açısından en fazla yirmi beş yıllık bir ömre sahip. Fakat bu kısa ömründe eski etnik çevrim kalıntılarına son vermesi bakımından, yani büyük resim açısından ilerleme sayılır. Bütün ulusal pazarlar  küreselleşmek zorunda kaldığı için,  antik çevrimin derebeyi artıkları artık insanları etkileyemiyor. Evet küreselleşme daha önceki çağlara benzemeyen bir sömürü ve savaş aygıtı kurdu fakat eski çevrimlere ait kalıntıları da kazıyarak daha büyük bir yeniden doğumun ön hazırlığını yapmış oldu. Bunun olumlu, olumsuz taraflarını iyi ya da kötü olarak değerlendirmek başka bir şey, çevrimlerin ilerleyiş gerçeğini görmek başka bir şeydir. Yani olan budur, tarih böyle ilerler. O yüzden tarihe bütüncül bakışı geliştiremezsek yani tüm doğa ve insanlık tarihini göz önünde tutmazsak şu anın olaylarını doğru değerlendiremeyiz. Dolayısıyla önümüzü de göremeyiz. Küreselleşmenin bu tür bir ilerlemesi olmasaydı insanlar daha ileri düşünceleri geliştiremezlerdi. Sınıfsal ya da ulusal gözlüklerle bakınca ters gibi görünebilir, fakat işte bu gözlüklerle buraya kadar gelinebiliyormuş demek ki, görelim.
Peki, yeni teoriler, fikirler nerede? Daha ötesi bunların hayat bulmuş ve hayatı etkileyen somut halleri nerede, görünürde öyle bir şey yok diyebiliriz.  Duruma bu açıdan bakalım bir de. Madem çöküş felsefeleri ortalığı kaplamış ve yeni fikirler henüz görünür hale gelememiş bunun bir açıklaması olmalı. Ve üstelik yeni fikir iddiası varken ortada. Az önce söylediğimiz tarihe bütüncül bakış kuralını ölçü olarak alalım ve ona göre ilerleyelim. Üzerinde kafa yorduğumuz sınıflı toplum biçimiyle ilintili bir başlangıç noktası olarak Hegel’den başlayalım örneğin. Hegel Almanya’da ortaya çıktığında ondan yüzelli yıl önce, Fransız ve İngiliz  düşünürleri vardı. Onları süte benzetirsek eğer, yüz elli yıl boyunca sütün biriktiğini ve onlardan yüz elli yıl sonra Hegel’in o düşüncelere maya olduğunu söyleyebiliriz. Evet yüz elli yıl boyunca süt birikmişti ve Hegel o biriken süte sadece maya oldu. Bunu nasıl yaptı, yüz elli yıl boyunca biriken bilgiyi sentez bilgi haline getirdi ve ortaya müthiş bir yoğurt çıktı, yani ‘’diyalektik yöntem’. Fransız devrimi ve öncesinde İngiliz devrimi ve onların düşünürlerinin muazzam birikimi olmasaydı Hegel o senteze ulaşabilir miydi? Elbette o senteze ulaşamazdı, ancak unutmamız gereken şu ki, bu keşif sadece bir yöntemdi. Yöntemin eksiklerini giderip ‘’tarihsel, maddeci diyalektik yöntem’’ haline gelmesi için Marks ve Engels’i beklemek gerekti. Yani iki yüzyıl beklemek demekti bu. Marks ve Engels’ten beri ki yüz elli yıl oluyor hala tüm alanlarda bilgi birikiyor. Tonlarca uzmanlık birikimi var, savaşlar, devrimler, kurtuluş savaşları, genetik, kuantum bilgisi birikmiş durumda. Yani o çağın biriken bilgisinin sentez hale getirilip işlenmesi yani işe yarar yol gösterici somut bilgiye dönüşmesi sürecindeyiz. Kısaca aynı durumdayız. Muazzam bilgiler birikti, onların yeni sentezleri de yapılıyor elbette. Gözle görülüp elle tutulması için zaman gerekebilir fakat kesin olan şu ki büyük bir ilerlemenin eşiğindeyiz. Çünkü temel keşiflerin ortaya çıkmasına vesile olan bilgilere her yerden ulaşılabilir durumda artık. Keşiflerin testi ve bunların izahı çözülmüş durumda ve çocuklara bile anlatılabilecek durumda artık. Elbette eşitsiz gelişim yasası gereği sentez bilgiye en çok ihtiyacı olan ve talep edenin ulaşabileceği yerde durur şimdilik. Çünkü talepsiz arzın sonuçsuz kaldığı geçiş çağında yaşıyoruz. Diğer yandan her tür gelişme teorik inanç temelini test edip güçlendirdikçe niteliğin niceliğe dönüşümüne şahit olacağımız zamanlara adım atmış oluyoruz. Önümüzdeki yıllar bunu yaşayacağız.
İnsanlık kendi yanlışlarını tarihsel olarak eleme yeteneğine sahip bir tür ve bunu toplum biçimlerini değiştirerek yapıyor. Bu yetenek en eski doğal seleksiyon temeline kadar uzayan bir geçmişe sahiptir. Başa dönersek eğer, bütün bu gelişmelerden sonra yeni bir toplum biçimine geçişin hazırlıklarını görebiliriz. Çünkü tarih böyle ilerliyor ve toplumlar kendi yanlışlarını temizlemeye hazırlanıyor. Tarihe, insana, doğaya filmin akışı gibi bakarsak durum öyle çöküş felsefelerinin ortaya koyduğunun tersine bir seyir izliyor yani. Çok değil önümüzdeki elli yıllık dönemde belirgin bir şekilde yeni bir toplum biçiminin gelişmeye başladığını görebileceğiz insanlık olarak. Şu soru sorulabilir tam da bu noktada, peki  günümüzde kökten değişecek ya da elenip eski çevrim haline gelecek olan nedir? Çünkü her şeyin kökten değişmesinden başka bir yol yokmuş gibi görünüyor. Öyle basit devrim, savaş ya da reformlarla idare edilemez artık. Bunlar zaten uygulanan yöntemler ve bu tür yöntemlerin dünyayı ne hale getirdiği ortada. Savaş eski sermayenin yöntemi malum, reformlarla yeni piyasalar açma yöntemi ise en fazla yeni sermaye sahiplerinin uygulayabileceği bir kontenjan. Belki bundan bahsedebiliriz ki o da bu medeniyetin ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Yani kesin çözüm olmaz, hastayı biraz daha yaşatır, o kadar. Oysa biliyoruz ki bu hasta ölecek, hatta ruhen ölmüş durumda aslında. Sadece maddesiyle, tekniği, üretimi, savaş aygıtlarıyla, algı yönetimleriyle ayakta duruyor. Yoksa ruhsal olarak hayatta değil esasında, gözlerinden belli., gidici.
Soruya dönersek elenecek olan nedir? Geniş konu, çünkü insanlığın zorlandığı yer tam olarak burası. Çünkü bu seleksiyon zorunluluğu küresel düzeyde ve tüm toplumsal alanları kapsıyor, bu yüzden de henüz kavrayamıyor insanlık. Ancak kavramak zorunda ve o mecraya girdik.  Önce eski fikirlerinden, ideolojilerinden sıyrılmak zorunda. Elbette zordur hem toplumlar hem bireyler için böyledir. Eski fikirlerin sürekli elenip yok olduğuna şahit olacağız, çünkü yeni çevrimin başlangıcı hep yeni bir ruhla beraber olur. Bu da eskiden vazgeçişle mümkün, başka yolu da yok maalesef. Yeni düşünce de yetmez onda ustalaşmak ve her alana uygulama kapasitesine ulaşmak önemli. Bu da ancak gerçek bir ruhsallık oluşturabilecek teorik açılımla mümkün hale gelir. Bunun dışındaki fikirler yeni gibi görünseler de kendisini yeniden üretip genişletemedikleri için elenir giderler. Üstelik bu durum herkes tarafından görülüp gözlenebilir bir ortamda cereyan eder.
Medeniyet  güzel bir şey gibi görünse de sınıflı toplum demek. Antik çevim tarihinde otuza yakın medeniyet kurulmuş ve çökmüş. Bu medeniyetler zenginlik, bina ve zinanın birikmesiyle birlikte kuruluş aşamasının canlılığını zamanla kaybediyorlar. Bariz bir şekilde gözlenebilen beş aşamadan geçerek çöküyorlar. Çöküş aşaması en çok sarayın yapıldığı, yöneticilerin savurganlığının had safhaya ulaştığı, hiçbir değere saygının kalmadığı, hırsızlık ve arsızlığın açıkça hüküm sürdüğü zamanlar. Fakat kendi içlerinden yeni bir toplum biçimini kurabilecek devrimci sınıflar çıkaramadığı için dışarıdan ‘’barbar komünal toplumlar’’ gelip bunları yıkıp ortadan kaldırıyorlar. Yerine  ya yeni bir medeniyet kuruyorlar ya da yıktıkları medeniyette büyük bir reform yaparak canlandırıyorlar. Bunun en güzel örneği, Oğuz-Türkmen boylarının çöken İslam Medeniyetini hem yenip hem de yeniden canlandırmasıdır.
İslamiyetin kendisi de aynı kaderi paylaşır. İlerici, devrimci bir çıkışla doğar. Fakat  sonradan sınıflı toplumun biriktirme ve ona bağlı çürüme süreçleri işlediği için o ilk çıkıştaki temizliğinden eser kalmaz. O da büsbütün sayarlaşarak antik derebeylerin elinde çürür.
İşte bu medeniyetlerin çöküş zamanlarında ‘’kıyamet’’ fikirlerini üretirler. Medeniyet ölümünü görür fakat kendi içinden bir çıkış bulamayınca bu ölümlerini felsefe haline getirir. Bu felsefelerin ortak yani ölümü güzelleme, onda bir anlam bulma üzerine kuruludur. Hayattan, dünyadan vazgeçiş yüceltilir.
Örneğin Budizm bu tür felsefelerin, inanışların şahikasını yaratmıştır. Avrupa ve Amerika’da özellikle aydın sınıflar, çöküşü hissettikçe durup durup keşfederler. Yüzünü ölüme dönenler için dünyadan vazgeçme inanışı olarak Budizm bulunmaz nimettir. Öte yandan yeni nesiller dengeyi bulmak için Budizme yönelirler, onun ölümü kutsayan taraflarıyla tanıştıkça uzaklaşırlar. Tabi kendilerinde yaşama enerjisi varsa, yoksa orada kalıp patinaja devam etmiş olurlar. Bu açıdan her hangi bir dinin bu arada Budizm’in de bugüne hiçbir ışık tutamayacağını söylemeliyiz. Örneğin ölümden sonra yeniden doğuş fikri sanki Budizm’in icadıymış gibi pazarlanır çoğu kez. Ölümden sonra yaşam fikri ne onlara aittir ne de yenidir. Bu düşünce Hindistan kaynaklı medeniyetlerden hatta Sümer  medeniyetlerinden  on binlerce yıl önce zihinsel alanımıza girer. Bugünkü dinlerin kaynağı animist çevrime aittir aslında. Animizmin son zamanlarında ki bundan en az yüzbin yıl öncesi oluyor insanlar en fazla iki heceli dil kullanabiliyorlardı ve ön beyinleri çok yeniydi. İşte bu zamanlarda bile ölülerini gömüyorlardı ve yanına da onun sevdiği, kullandığı eşyaları koyuyorlardı. Demek ki daha o zamanlarda ölümden sonra diriliş inancı geliştirmişti insan türü. Aslına bakarsanız animist çevrim dediğimiz zaman, orada insanın bir inanışı, dünya görüşü, basitte olsa bir dili vardır. Demek ki tüm dillerin, dinlerin, inanışların, hatta üretimlerin filan kaynağı o kadar eskiye dayanıyor ve ‘’kaynak birdir’’. Resmi, müziği, dansı, heykeli hatta üretimi de vardır. Fakat tüm bunların isimleri sonradan konulur, din olur, etnik köken olur, olur da olur. Çünkü  kaynaktan uzaklaştıkça başkalaşırlar, dönüşürler isimleri de dönüşür bu arada.  Sonuçta her şeyimiz oradan çevrimleşerek gelir ki buna bilimsel bilinç de dahil. Bilim sadece bunları bir üst düzeye sıçratmanın bilince çıkarmanın aracı olur. Fakat kendisi de mal biriktiren sınıfların emrine girdikçe o ‘’mal bilinci’’ne esir olur ve elenir. İşte ‘’bilim’’de olsan akışın yasalarına uymazsan elenirsin. Siz cümledeki bilim yerine istediğinizi yazın, siyaset yazın, felsefe yazın, ekonomi yazın, sanat yazın, para pul yazın, kadın yazın, erkek yazın. İşte çağımız her şeyin yeni çevrime hazırlandığı ve tabi eski çevrime ait nen varsa elekten geçirilip bir kenara konduğu böylesine bir çağdır ve bildiğimiz hiçbir şey aynı kalamaz.   
İlginç olan da budur aslında. Çok kez yeni bir şey yaratmış gibi böbürlenen insanlığın hemen her faaliyetinin kökeni, ilk temeli vardır. Tabi o temel hep devirdaimle ilerler.  Ve ilerlerken ister doğa, ister toplum/insan hareketi olsun belli yasalar üretir. İşte bizim yapmamız gereken o yasaları okumak ve uyum sağlamak. Bu anlamda çevrim yasaları dediğimiz yasalar da yeni değildir. Biz bu hareketin ürettiği belli bazı yasaları henüz şimdi okuyabildik, o kadar. Herkes de okuyabilir tabi kendince. Okumalı da, hatta uyum sağlayıp geliştirmeli. Çünkü insanlık böyle ilerler, tıkandığı yerde bu yasalara uyum sağlayarak yeni bir yaşam biçimi geliştirir ve yaşar.  
Bugün eksik olan da budur, hayatı en eski kökleriyle ele almak ve geliştirmek. Yoksa krizlerin, bunalımların etkileri kişisel ve toplumsal kıyamet demek. İşte bu kıyametleri aşmak için teşhiste derinlik olmalı, teşhis ne kadar derin olursa şifası da o derinlikte olmaz mı? Krizleri sahiplenmeyip görmezden gelirsek, kıyamet de o derece mahşeri olur. Savaşlar, göçler kapımızı çalar, hastaneler, psikologlar ve her tür hastalık kapımızı çalar fakat asıl meselenin üzerinden atladığımız için çözüm bulamayız. Asıl mesele doğa ve insanın gidişat yasalarına uygun düşünceler, inançlar, davranışlar daha ötesi yaşam biçimleri geliştirmektir. Yani tohuma, çocuğa, kadına, yeryüzüne, doğaya, insana sahip çıkmanın yeni yollarını, yöntemlerini geliştirmeliyiz. Aksi halde yeninin doğumu gecikir, sancı büyür, hastalıklar her yanı sarar. Uyanış öyle de olur tabi ama işler daha kötü bir noktaya gelmiş olur. Biz tabi ‘’kötü olmayı göze alarak’’ bunları söylemek kaderiyle yüklüyüz, elbette beklenti, çıkar, şan şöhret şu, bu olmadan. Öte yandan yanlışımız, eksiğimiz varsa bunu gerçekler, hayat, insanlar söyler ve söylesin lütfen. Çünkü yanlışımıza sahip çıkıp onu düzeltmekle insanlaşabiliyoruz. Biliyoruz ki önümüzdeki zamanlar bu tür kaprislerin, komplekslerin hiçlendiği yeni bir insanlaşma çevrimidir. Her yerde bunun altını çizmekte fayda var. Bunu daha çok yeni nesillere söylüyorum, çünkü biliyorum ki en çok onlar duyar. Eski kuşakların genel eğilimi kendi dünyalarının güvenli sınırları içindeki yollarda yürümek. Fakat işte o güvenli sınırlar artık güvenli olmayabilir, yeniden düşünmek gerekir sanki. Çünkü kaderden kaçılmaz. Kaderini görüp yaratmak ise başka bir şey. Kişi de toplumlar da kendi kaderini görüp onu yaratabilecek kapasitede çünkü.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Şiir Olmak Büyük Özgürlük Be Kuzum....

Sana diyorum, sen konuşurken söylediklerinden ziyade onların arkasındaki gerçek görünüyor. Sen bunu farketmezsin, yani bilinç dü...

Tüm Yazılar

Yazı Başlıkları
Şiir Olmak Büyük Özgürlük Be Kuzum....
Sihirli Geçişlerin İzinde
FİLMİN ÖTESİ
The Grand Flowing
Sendikal Manifesto
Aile Biçimleri-Kadın-Tek Eşlilik-Aşk
TOPLUMSAL ÇEVRİMDE İKİ BÜYÜK TIKANIKLIK ve İKİ BÜYÜK DOĞUM
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-8.Bölüm İNSAN KUTSALLAŞTIRDIĞINA İNANIR
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-7.Bölüm HAVVA'NIN ELMALARI
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-6.Bölüm EFSANELER ve KUTSAL KİTAPLAR
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-5.Bölüm KURAN ve MUHAMMED PEYGAMBERİN BİLİNCİ
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-4.Bölüm TOTEM NEBULASINDAN YILDIZLAŞAN TANRILAR ve PEYGAMBERLERİ
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-3.Bölüm BİLİM ve DİN YORUM ZENGİNLİĞİ
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-2.Bölüm KUTSALLIĞIN ÇEKİRDEKALTI
Kutsallık Çevrimi ve Geleceğin Tinselliği-1.Bölüm BAŞLANGIÇ
Gençarov'un Askerleri
Luwiler ve Erkenci Domestikler
Krizler ve Kerterizler...Hoşgeldiniz...
İnsanlaşma Devam Ediyor
Asıl Sorunumuz Her Alanda Çürüme
Bütüncül Manifesto
Kadın ya da Lilith'i Beklerken
İlahiyat Bilgisinin Kökeni Üzerine
Gençarov'un Askerleri
ZYKLEN UND MUSTER VON EİNEM INDİVİDUUM
Cinsel Yasaklar Çiğnenirken
Korku Anayasası
GEZİ AND THE REAL ELECTIONS…
Jiman
kaosun şartı üçtür...
SİYASETİNİZ
Medeniyet Çökerken Bilgi Yapıları
Ruhun Kökeni
Gözleyen ve Gözlenen
Çevrimler ve Birey Örüntüsü
Akışa Uyum_Doğumun üçüncü Aşaması
Moloch ve Ötesi...
Bize Siyasi Değil Hayati Program Lazım
Akışı Kavramak_Doğumun İkinci Aşaması
Akışı Görmek_Doğumun İlk Aşaması,
erkeksi ölüm...
Siyasal Fareler ve İnsanlar...
Şiddet Kullananı Vurur...
neden bazı şeyler yerine başka bazı şeyler olur
bilen ve...bilinen ve...birleşik alan ve...(video)
ustaların kişisel bütünlüğü
İnsanlaşma Tezleri
İş ve Çalışma
İnsanlaşma Çevrimine Giriş (video)
Çevrimler ve Birey
Büyük Akış (video)
düşünce...kralımız...
İnsanlaşma Çevrimi ve Yeni Aşklar...
tonal ve nagual
kelimeleri, mülkleri biriktirmek ve büyük akış...
İnsanlaşma Şöleni...
Gezi Ruhu Kişinin ve Toplumun Yeniden Doğumudur...
Yeni Nesil Tarih Sahnesine Çıkmıştır: "PUTLARA TAPMAYIN..."
İnsanlaşma Kuşağı
İnsanlaşma Yolu
Yaşam ''talep'' edilmez...
taksim,ağaçlar ve yarını bugünden kurmak
Parçalanma ve Toparlanma
tanrı parçacığı,hem hem,farkındalık ve kavramlar...
sinema anlatım dilidir...
THE MATTER IS NOT THE "WOMAN"
mesele olan kadın değil ki...
*ruhsal sorunların kökenine dair *doğa-insan,bilinçaltı-bilinç,nefis-ruh *çevrimlerin birbirini baskılaması ve kullanması
İbni Arabi,CERN,Şaman,An
bir'in yolculuğu...
7 kat bilinç-7 kat sema
yolculuk
ilk gün...
oldum sandığın şeyin esamesi
Türklerin İslamlaşması,Devletleşmesi ve Medeniyete Geçişleri
Hasan Sabbah
Lilith'den Havva'ya
Kabile