İnsanlaşma
ve kutsallık aynı başlangıç noktasına sahipler. İnsanın, farkındalık sahibi
bilinçli varlık haline gelmesiyle kutsal olanı keşfetmesi aynı ihtiyaçtan
dolayı olur.Türünü devam ettirme ve yaşamak için ihtiyaç duyduklarını bir yaşam
biçimi olarak organize etmesiyle ilgilidir konu. İnsan türü, yaşam biçimi
sürdürülemez hale geldiğinde sürdürülemez olanın yerine yeni bir hayat tarzı
geliştirir. Bu onun insan olma dinamikleriyle ilgilidir diyebiliriz. Ya da
antik çevrimin ifadesiyle fıtratında vardır. İnsan geliştirdiği bu yeni hayat
tarzını sarıp sarmalayan bir dolu kutsallık geliştirir. Ve onu koruma altına
alır. Nesilden nesile iletir ve nesiller boyunca bu kural ve yasaklar belki de
bir milyon yıl boyunca, yeni araştırmalara göre daha da uzun sürebilecek bir süre
önce insan hayatına girer.
Kutsallık,
ilk kez totemlerle çıkar karşımıza. Totemlerle yeryüzünde başlayan yolculuğu
daha sonra göklere çıkar ve orada uzunca bir süre kalır. Ne zaman ki bilimsel
yöntem yerleşmeye başlar kutsallığın zihinlerde yerleşmiş kalıpları yavaş yavaş
çatlamaya başlar. Bu çatlaklar büyür ve nihayet ateizm ve civarındaki
yaklaşımların adı olur. Son beşyüz yıldır böyle devam ediyor. Fakat geldiğimiz
noktada aynı kutsallığın hamaset yüklü kalıpları gibi bilimin de benzer hamasetlerle
insanlığı belli çıkar çevrelerinin arzularına göre şekillendirme çapsızlığı
ortaya çıktı. Kutsallığın kendi çelişkileri bir yana bilimin ona yaklaşımında
da belli çıkar saikleriyle hareket ederken kutsallığın insan ruhunu besleyen
taraflarını yok saydığını gördük. Daha ötesi kendi yok etmeye çalıştığı
kutsallığa göndermeler yapmak zorunda kalışına tanık olduk. Bilime kaynak
sağlayan çevrelerin insanlığın genel durumunu umursamadığını gördük. Eğitimden
sağlığa, üretimden tekniğe, beslenmeden barınmaya kadar bilim ve bilimciler bu
çıkar çevrelerinin sözünün dışına çıkıp bilimsel namusla hareket edemiyorlardı.
Bilimin kutsallığa saldırmasının altında yatan tek şey gerçeğe ulaşma
arzusundan öteye paraya uzanma arzusu taşıyanların hizmetinde oldukların
gördük. Ancak bilimin ve bilimcilerin kutsallığa bu derece kör saldırıları ne
kutsallığı yok edebildi ne de bilimin değeri artmış oldu. Bilim şu haliyle
belli çıkar çevrelerine hizmet ediyor. Bu gerçeği yine de tartışmak isteyen
bilimciler öncelikle nereden ödenek, maaş vs aldıklarına bakmalılar. Bilimin bu
zavallı haliyle bu tür gerçeklerin altından kalkması mümkün değil.
İbrahim Peygamber tanrının tekliğini veya
Allah'ın birliğini vahiyle keşfetmesiyle son şeklini alır. Bu tür bir kutsallık
onun en soyut halidir. Musa ve İsa Peygamberin ortaya koyduğu hayat tarzı ve
ona ait inanç sistemi, Muhammet Peygamberle son şeklini alır. Kutsallığın en
soyut zirvesidir burası. Kutsallık çevrimi ve onun içindeki çok ona ait her
türden bilgi birikimi üzerine özellikle son yıllarda kapsamlı araştırmalar ve
tonlarca bilgi birikmiş durumda. Din tarihçileri, ihahiyatçılar, bilim
insanları ve özgün araştIrmacıların çabaları bu alanda yeni belge ve bilgileri
peşpeşe sıralıyorlar. Konumuz, kutsallık ve kutsallık dolayısıyla insanın
yolculuğu. Yolculuk neden ve nasıl başlamıştı? Hangi aşamalardan geçerek
günümüze gelmişti? İnsan kutsallığa neden ihtiyaç duymuştu, inanç ve din neden
vardı? Bunlar toplumlar için ya da bireyler için ne ifade eder? Kutsallığın geleceği
ne veya geleceğin kutsallığı nasıl olur? Soyut bir tanrı ya da melekler var mı
ya da neyi sembolize ediyorlar? Cennet, cehennem, ruh, cin, melek, şeytan ve
daha birçok kavram ve bu kavramların günlük yaşamla ne tür bir ilgisi var? Daha
ötesi tüm bu kavramsal çerçevenin kendisi ile yaşadığımız şu somut hayat
arasında bir örüntü var mı? Varsa bu örüntüyü nasıl açıklamalı? Bunlar
fantastık kurgular mı, yoksa insan olma yolculuğunda bize eşlik etmiş değerler
mi? Eğer böyleyle bunu nasıl yaptılar ve kişisel olarak bunlarla aramdaki
ilişkiyi nasıl belirleyebilirim? Sorular uzar gider. Tüm bu soruların kutsallık
içinden verilen yanıtları olduğu gibi kutsallığı aştığını iddia eden bilim
tarafından verilmiş yanıtları da var. Kutsallık ortaya çıktığı çevrimin diliyle
kendisini ifade eder. O çağın yaşam biçimine aittir çünkü. Kabile şamanı kendi
kabilesinin totemlerini evrenin yaratıcısı ve koruyucusu olduğuna inanır ve tüm
sorunların çözümü için ona baş vurur. Sümer'de Anu, Yunan'da Zeus' un kanunları
geçerlidir. Bir Budist Budha'yı, hırıstiyan birisi İncil''i kılavuz edinir
kendisine. Ya da bir müslümanın kılavuzu Kuran'dır. Bilimin konuya yaklaşımı
ise daha başkadır. O yeni bir çağın ya da çevrimin mantığıyla yaklaşır konuya.
Ona göre gökyüzünde yaşayan bir tanrı
olmadığı gibi, soyut bir tanrı da yoktur. Fakat yine aynı bilim, insan
genomunda adına ''din geni'' dediği bir genin bulunduğunu ispatlıyor. Adına ne
derseniz deyin hiç bir şeye inanmayan insanlarda bile bulunan bu gen nasıl
ortaya çıkmıştı? Birşeylere inanma eğilimiyle
bu genin ilgisi olsa bile bu kadar basit açıklanabilir mi? Konu basit bir
şekilde genetikle ya da kültürel gelişmeyle açıklanamayacak derinliğe ulaşıyor.
Bu derinliklerde dolaşmak için önyargılarımızla yüzleşme cesaretimizin olması
şart. Aksi halde her neye inanıyorsak ona şuursuz bir şekilde inanmaya devam
eder dururuz. Bu bilim için de geçerli bir tehlike. Nesnel olarak bir tanrının
olmadığını söylemesine rağmen örneğin, tanrıya ya da bir dine inancı olmayan
insanların bir şeylere inanma ihtiyacını açıklayamaz. Evrenin ve zamanın büyük
patlama ile açılıp yoluna devam ettiğini bilimsel yöntemlerle bilen, öğrenen
akademisyen aynı zamanda 'yüce yaratıcıya dua eder'. Bilim, soyut bir tanrının
olmadığını, dolayısıyla evreni ve hayatı yaratmasının mümkün olmadığını,
bunların bilimsel yöntemlerle açıklanabilir süreçler olduğunu söyler. Gerçekten
de bilim kendi yöntemiyle tüm bu süreçlere dair somut kanıtlar ortaya koyar.
Öte yandan kutsal bir yaratıcının tüm bu süreçlere hakim olduğu inancını
merkeze koyarak evreni ve hayatı açıklayanlar ise son yıllarda bilimin ortaya
koyduğu gerçekleri reddetmek yerine bunların tanrının yöntemleri olduğunu
söylerler. Örneğin büyük patlamayı başlatan ve devam ettirenin tanrı olduğunu
ya da tanrının canlılar üzerindeki hakimiyetini
doğal seçilimle yürüttüğünü söylerler. Aynı hayat üzerine birbirine bu kadar
zıt yorumların yapılıyor olması ilginçtir. Örneğin köpeğimiz Kenny'yi tanrı mı
yarattı, yoksa 3,8 milyon yıl önce ortaya çıkan ilk DNA'dan doğal seçilim
yoluyla mı evrimleşti. Bu kadar sade bir soruya verilen yanıtların birbirine
uzaklığı bir yana, her iki yanıt da son derece yetersizliklerle doludur. Oysa
aynı dünyayı yorumlarlar. Totemlerle başlayan kutsallık örüntüsü İbrahim
Peygamberle birlikte tek tanrı inancına ulaşır. Avcı, toplayıcı ilkel
insanlardan, tarım ve yerleşik hayata geçen insanlara, Sümer kent
devletlerinden, imparatorluklara ve sonrasındaki modern çevrime kadar her bir
çağın temel dünya görüşü birbirinden çok farklıdır. Türklerin Gök Tengrisi ile
Yehova ya da Allah arasındaki farklılık gibi. Günümüzde bile yaşayan yüzlerce
çok tanrılı inanç biçiminden, kitabı olan ya da olmayan tek tanrılı inanışlara
kadar tüm kutsallık biçimleri birbirinden çok farklıdır, fakat hepsi de aynı
temellere uyar. Aynı temellerden başlayan yolculukları tek bir kutsallık çevriminin yasalarına
uyarak insan beynine ve ruhuna nüfuz eder.
Çevrim,
benzer özellik gösteren bir dizi olaylar bütünüdür. Aynı başlangıç noktasına
sahip olmalarından dolayı bu olaylar arasında örüntüler oluşur. Aralarında
belli bir motifsel benzerlik olan bir çok hareket, uzay zamanda çevrimler
yaparak ilerler. Belli bir yer, zaman ya da koşuldayken bir başka yer, zaman ya
da koşula doğru evrilir. Hareketin bu evrimi doğrusal olmayıp, döngüsel
karaktere sahiptir. Doğada çevrimlerle ilerlemeyen hiçbir şey yoktur. Her şey
bir döngünün içinde hareket eder. Bu döngüler kısır olmayıp her biri bir
diğerine kaynaklık eden hareket bütünlüğüdür. Bütünlük arzeden bu olayların
altında ise onları besleyen, dinamizm kazandıran parçacıklar bulunur. Fiziksel,
biyolojik ya da tarihsel koşullar, kişi etkisi, karşıt güçlerin durumu ve daha
sayamayacağımız her olay özelinde değişebilecek türden parçacıklardır bunlar.
Hareketin bir bütün olarak kaderini belirleyen ise alt parçacıkların
etkinliğidir.
Doğal
ve toplumsal olayların her biri önceki çevrimin içinden çıkar, onun tüm birikimini
kapsar. Öncekine benzerlikleri olsa bile ondan farklı bir nitelik kazanır. Bu
ilerleyişte hiçbir çevrim ya da ona ait hiçbir alt paçacık yok olmaz, yeni
çevrim tarafından kapsanır. İşte bu çevrimler bildiğimiz ya da henüz
keşfedemediğimiz yasalarla ilerler. Bunlara çevrim yasaları diyoruz. Evrene ve
içindeki her parçacığa sirayet etmiş genetik kodlar gibi çalışan bu kurallara
çevrim yasaları diyoruz. Yasalar çalıştıkça aynen genetik kodlar gibi birbirini
doğuran döngüler oluştururlar. Anne karnındaki ilk halimizden ölünceye kadar
nasıl ki aynı genetik ve kültürel anı yaşamadıysak, doğada ve toplumda da aynı
çevrim bir daha yaşanmaz. Fakat bir önceki çevrimin içinden çıktığı için hem
yenidir hem de öncekinin bilgisiyle yüklüdür. Ya da tam tersine o bilgi yoktur.
El becerilerimi kullanmam gereken zamanlarda bana hazır oyuncak alınmışsa eğer
bıçakla kavanoz açarken elimi kesmem kimseyi şaşırtmamalı. Oysa şaşırız, neden
basit bir şeyi yapamadı diye, çünkü çocukken kendi oyuncağımı yapamadım ve bir şeyleri
kullanmayı öğrenmedim. Yani bir önceki çevrimin bilgisi yok. Yani yaşım kaç
olursa olsun çivi çakamayabilirim. Ancak kendimi ve tüm çevrimlerin akışını tanıyabilirsem
belki işlerin bu yasalarla yürüdüğünü anlayıp onlara uyum sağlar ve gerçekten
var olabilirim. Tüm evrensel hareketin
en azından gözleyebildiğiz kısmıyla konuşacak olursak, yani büyük resme
bakarsak eğer en genel anlamıyla enerji, madde ve canlılık olarak üç büyük
doğal çevrim ve ilkel komün, sınıflı toplum ve nihayet içine girdiğimiz
insanlaşma diyebileceğimiz büyük döngülerden bahsediyoruz. Bu çalışmadaki
konumuz ise özel olarak kutsallığın kendisi oluyor. Tüm bu büyük çağlar boyunca
hangi özlere ve biçimlere uğradı acaba. Bunları bütüncül yaklaşımın
olanaklarıyla yeniden yorumluyoruz. Kutsal olanın ortaya çıkışı ve onun büyük
serüvenini çevrim bilgisiyle yorumlamaya çalışıyoruz. Elbette bu çalışma belli
bir açıdan bir ilk deneme sayılabilir. Fakat diğer yandan bizden öncekilerin
birikimi olmadan bütüncül bakışaçısına ulaşmak mümkün olamazdı. Fakat ancak
günümüzde fark edebildiğimiz bazı gerçekler var ve insan algısı artık bunları
yeniden ele alıp yeni bir düzeye çıkarmak istiyor. Çünkü insanoğlu yeni bir
çağın eşiğinde. Eşikten geçemeyebilir mi, evet geçemeyebilir, fakat insan o
kadar da aptal bir yaratık değil. Kendi türünün daha önce karşılaştığı tüm
krizlerinden çıktı. Yani bu konuda belli bir antrenmana sahip bir tür. Belli
bir yaşam biçimi organize ediyor, organize ettiği bu yaşam biçimi belli bir
zaman sonra tıkanıyor ve işte tam da o naktada tür için bir ölüm kalım savaşı
başlıyor. İşte insan tüm bu krizlerden çıkmayı bildi ve yeni çağa da bu
alışkanlığını taşır. Çünkü çevrimler böyle ilerler, aslında o bilgi onda var ve
saati geldiğinde o bilgi aktive olur.
Bizim
tüm çalışmalarımız belki biraz da böyle değerlendirilebilir. Bugün evrenin ve
insanın tarihini daha geniş bir pencereden okuma şansımız var. O halde neden
aynı dünya hakkında o kadar ''ayrı şeyler nasıl konuşulmaz'' ona bakalım. Bu
öncelikle insanlığın biriktirdiği bilginin ne anlama geldiğine dair bir
bakışaçısını gerektirir. İşte bütüncül yaklaşım bize bu açıdan yeni
enstrümanlar sunar. Böylece bütüncül bakışaçısının sunduğu yeni enstrümanlarla tarihin
müziğini yeniden yapma cesareti buluyoruz.
Her
çevrimin kendine özgü temel nitelikleri vardır. Her çevrimdeki temel etkenler
bir sonrakinde yok olmaz sadece onun kapsama alanına girerler. Enerji
çevriminin dört temel enerjisi vardır. Kütle çekim, elektromanyetizma, zayif
nükleer ve güçlü nükleer kuvvettir bunlar. Aynı şekilde örneğin canlılık
çevriminde temel yapı taşı olan hücrenin genetik kodlarla çalıştığını ve bu
kodlardaki dört temel nitelik olduğunu görüyoruz. Bunlar genetik kodlamanın
dört temel niteliği Adenin, Timin, Guanin, Sitozin. İnsan toplumu da belli bir
uzay zamanda, belli yol, yöntem ve teknikleri kullanarak ve bunların bilgi
hafızasın yaratarak var olur. Dikkat ederseniz temelde dörtlü bir kategoriden
bahsetmiş olduk. İnsan, uzam, teknik ve bilgidir bunlar. Büyük çevrimlerin bu
dörtlü yapısıyla tek tanrılı dinlerin özellikle Allah sisteminin dört büyük
meleğinin olması sadece tesadüf müdür? Bize göre tesadüf olmadığı gibi tüm bu
sistemi açıklayan sembolik dildir. İnsan toplumunu oluşturan bu dörtlünün
birlikteliği olur. Bu dörtlü üç milyon ve belki de daha uzun bir zaman önce bir
araya gelmeye ve komünü oluşturmaya başlar. Komün bu etkilerle hayvanlar
aleminden ayrılır ve işte tam o noktada anatomik evrimi de durur. Yani artık
H.Homo Sapiens olur. Avcılık ve toplayıcılık komünü elli bin yıl belki de daha
uzun bir süre yaşatır. Bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesiyle yani
tarımla birlikte yerleşik hayat başlar. İşte komün tam da bu zamanlarda özel
mülkiyetle tanışır. Sınır denilen kavram ortaya çıkar ve komün parçalanmaya
başlar. Zengin, yoksul, yöneten, yönetilen ve daha birçok ayrımla komün param
parça olur. Tarımın sembolü yılanın uzattığı özel mülkiyet elmasını yemesiyle
komün cennetten kovulur. Cennetten kovulduktan sonra yani özel mülkiyetin ilk
çıktığı zamandan beri komün parçalanmaya devam ediyor. Tüm antik tarih boyunca
ve modern zamanlarda da devam eder bu parçalanma. Günümüzde bu parçalanma
bireye kadar gelmiş bulunuyor. Yani komün tüm sınıflı toplum tarihi boyunca
parçalanmış oluyor böylelikle. İlkel komünün içine girdiği bu yeni çevrim
tarafından malzeme haline getirildiğini söyleyebiliriz. Komünün kendisi
böylelikle tarihe gömülür fakat bıraktığı miras yok olmaz, her yeni nesilde
ortaya çıkar. Her insanın yaşadığı çocukluk ve ergenlikteki halleriyle ilkel
komün insanı barbarlar arasındaki paralelliği fark etmişizdir. Ergenlik çağını
yaşayan birinin barbarla olan yakınlığı tesadüf olmayıp insanın tüm çevrimlerin
mirasını üzerinde taşımasından dolayıdır. Her birey, doğa ve toplumun mirasıyla
yüklüdür. Anne karnındaki tek hücre halinden itibaren bu miraslar çevrimlerin
sırasıyla etkin hale gelir. Barbarların yerleşik tarım kentleriyle
savaşmasıyla, ergen bireyin ebeveynleriyle kavgası o yüzden bu kadar birbirine
benzer. Ya da önce konuşmayı sonra yazmayı öğrenmesiyle insanlığın tarihinde de
bunların aynı sıralamayla gelişmiş olması tesadüf değildir. Tamamen çevrimlerin
mirasının kendi sırasıyla bireyde etkinleşmesiyle ilgilidir. Çevrim yasalarının
bu tarz çalışması biraz şaşırtıcı gelebilir fakat her türden gerçeğin bu
yasaları doğruladığını görünce şaşırmamaya başlarsınız. İşte bu noktadan
itibaren yeni bir bakışaçısı kazanırsınız ve belki de yeni bir tinselliğin
kapıları aralanır. Ve orada tüm kutsalları inkar etmeden ancak ne oldukları ve
nereden geldiklerini bilerek bir ilişki kurarsınız. Ya da kurmazsınız ve bunun
ne demek olduğunu bilirsiniz. Fakat her iki durumda yeni bir düzeye işaret
eder.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder