
Bundan
sonraki çevrimde ise bitki, hayvan ve diğer tüm doğa unsurlarını belli bir
yerleşim tasarımıyla bir araya getirdiği yerleşik yaşam biçimleri kurar. İlk ve
büyük yerleşimler böylelikle ortaya çıkar ki bunlar Çatalhöyük gibi geniş
köylerdir. Göbeklitepe ise tam da Çatalhöyük'ten önceki zamanlara ait yaşam
biçimini anlatır. Avcı toplayıcı ve çobanlık yapan komünlerin belli zamanlarda
bir araya geldiği ve her türlü toplumsallığı paylaştığı yerdir burası. Basit
bir şekilde tapınak diyerek geçemeyiz. Yeryüzünde yerleşik hayata geçişin ilk
kurgusudur aslında. Fakat Göbeklitepe’nin kendisi yerleşik bir hayat barındırmaz.
Yıl içinde belli zamanlarda bir araya gelen komünlerin buluşma, kaynaşma
yeridir. Bir tür yaşam festivalinin organizasyonudur. Günümüzde devam eden
örneğin Kafkasör şenlikleri gibi buluşmaların kökeni buralarda aranmalıdır.
Görüldüğü gibi ilkel komün çevrimi doğada zaten hazır halde bulunan bitki ve hayvanların toplanmasıyla başlar. Ki
en basit olanı muhtemelen kökler, meyveler ve yaprakların toplanmasıyla başlar
ve hayvan avcılığıyla devam eder. Daha sonra biraz daha karmaşıklaşarak
toplarken ya da avlarken onlar hakkında bilgi edinir. Bitki ve hayvanların
kendi döngüleri hakkında bilgi sahibi olunca bunları kendi kontrolünde
yetiştirir. Böylece beslenme gibi en temel ihtiyacını daha kolay yoldan
giderir. Bir sonraki adımında ise bunları elde etmek için sürekli mekan
değiştirmeden yerleşik halde yapmanın formülünü geliştirir. Görüldüğü gibi
basitten daha karmaşık olana doğru giden bir yaşam organizasyonuna ulaşır. Ki
basitten karmaşığa ilerleyen bu gidiş temel bir yöntem olarak insan tarafından
etkili bir yöntem olarak her zaman kullanılır. İşlerin giderek kolaylaşmasından
bahsedebiliriz genel olarak. Bu kolaylığın olumsuz etkilerine geçmeden önce Sümer'de
başlayan sınıflı toplumun ilk biçimi antik çevrimden bahsetmeliyiz. İlkel komün
çevriminde bitki ve hayvan evcilleştirilmesi ve kullanılmasını çözen insan,
antik toplumda buna bizzat insanın kendisini de dahil eder. Bunu da mülkiyet
üzerinden insanı kullanmakla yapar. Böylece
insanlar da bitki, hayvan ve genel olarak doğa kullanımının yanına dahil
edilmiş olur. Yani bir kısım insanın başka bir kısım insanı kendi hayatlarını
kolaylaştırmak için kullanmasından bahsediyoruz. Kölelik uygulaması tam olarak
böyledir. Son beşyüz yıldır devam eden modern çevrimde ise köleliğin biçimi
değişerek bazı kağıt parçaları karşılığında devam eder. Çok daha karmaşık
biçimlerde elbette. Altıbinbeşyüz yıl boyunca ilkel komünlerle medeniyetlerin
savaşı devam eder. Antik tarih tamamen bu kavgayla ilerler. Toplumsal çevrim
yasalarından birisi de budur. Adına medeniyet dediğimiz sınıflı toplumun
Sümer'de kuruluşundan sonraki altıbinbeşyüz yıl boyunca çeşitli medeniyetler
kurulur ve yıkılır. İşte bu medeniyetler üzerine komünlerin saldırıları
sözkonusudur. Bu saldırılar yaklaşık yüz yıllık bir döngüye sahiptir. Yüz yılda
bir aynı döngü tekrar eder. Komünlerin hedefine giren medeniyet mutlaka çökmek
üzere olan bir medeniyettir. Çökmek üzere olan bu medeniyet adeta komünleri
böylesi bir saldırı için davet ederler. Bunu da medeniyetin yani sınıflı
toplumun ilk tüccarları yapar genellikle ki bunlar toplumun ortak mallarını
özel mülkiyetleri haline getirmekte ustalaşmışlardır. İşte bu tüccar sınıf,
çökmek üzere olan medeniyetlerini bile satışa çıkarırlar. Medeniyetlerinin
çöküşe geçtiğini, medeniyetten uzakta yaşayan komünlere adeta gammazlarlar.
Hatta bir heyet ya da sınıf olarak ortak kanaatle komünleri böylesi bir saldırı
için davet ederler. Bu davet açık ya da gizli olabilen bir davetti. İlkel
komünlerin, sınıflı topluma saldırılarında en önemli güçleri birlikte hareket
edebilme yetenekleriydi. Onların bu yetenekleri sınıflar, zümrelere bölünmüş
sınıflı toplumlar karşısında her zaman etkili olmuştu. Fakat savaşarak
yendikleri toplumların yerine geçip kendileri aynı medeniyete adım attıklarında
ise onlar gibi bölünüp parçalanıyorlar ve bu defa onlar yeni bir komün
saldırısına maruz kalıyorlardı. Bu defa yenilen kendileri oluyordu, çünkü
yendikleri medeniyetin tüm hastalıklarını bu esnada bünyelerine almış
oluyorlardı. Bu döngü tarihteki son komün de yok oluncaya kadar devam etti.
Fakat komün çevriminin bilgisi ve genetiği yok olmadı, modern tarihte sosyal
sınıfların zihninde devam etti. Komün toplumlarının sınıflı toplumlara karşı en
büyük avantajı olan birlikte hareket yeteneği daha sonra sosyal sınıfların
ortak çıkarları için birlikte hareket edebilme yeteneği olarak devam eder.
Sonuçta antik ve modern çevrimlerin hepsinde insanlaşmanın başlangıcındaki
temel örüntüler yeniden hayat bulur. Sadece daha karmaşık ve bir üst çevrimiyle
devam eder, ki bu durumda son resmin ilk resimle bir ilgisi yokmuş gibi
algılanmasına neden olur. Oysa o ilk resimle, son resmin birbiriyle sonsuz bağı
vardır. Bize düşen ilk kare ile son kare arasındaki tarihsel olayların daha
açık anlaşılması için bunların hangi tarihsel kanunlarla bağlandıklarını ortaya
koymaktır. İşte tüm bu tarihsel gelişmeleri örüntü ağları, bağları ve
bağlamlarıyla ortaya koyduğumuzda ortaya daha bütüncül bir yorum çıkar. Biz
buna tarihin ve onda işleyen yasaların bütüncül yorumu diyoruz. Bu çalışmanın
diğer tarih anlayışlarından farkı da tam olarak bütüncül yaklaşımın eseri
olması dolayısıyladır. İlk kareyle son kare arasında işleyen yasaların belli
bir bütünlük taşıdığını söylüyoruz. Örneğin ilk totemlerle Allah kavrayışının
aynı kutsallık çevriminin farklı kareleri olması gibi. Çünkü doğanın ve
toplumun yaşadığı çevrimler bir bütündür ve bu bütünlük anlaşılmadan kutsallık
da anlaşılmaz. Bugün kutsallığın ve onun değişik biçimlerinin anlaşılması ya da
bilince çıkarılması gelecek toplum açısından bu yüzden önemlidir. Kutsallığın
doğa kökleri ve sonrasındaki toplumsal köklerinin birbirine sarmaş dolaş olma
halini ayıklamadan geleceğin toplumsallığı ve onun tinselliği de ortaya çıkmaz.
Ruhun
Çekirdekaltı
Kutsallık
ve ona dair herşeyin üzerinde yükseldiği bir temeldir ruh algısı. Ruh algısı
ortaya çıkmadan kutsallıkta gelişemezdi. Ruh ya da psişe dediğimiz bu ilk
temelin veya başlangıç noktasının tesbit edilmesi, yerli yerine oturtulması
sonrasındaki gelişmelerin aydınlatılması için önemli. O yüzden öncelikle tüm
kutsal görünümlerin çevrimleştiği bu başlangıç noktası üzerinde durmalıyız.
Çünkü sonrasında tüm totemler, mitler,
tanrılar ve dinler bu başlangıç noktasına tutunur ve bir üst çevrime geçerek
kendisini var eder. Memelilerin en üst aşamasında sürü sistemi vardır. Sürü
sisteminde ise memelilerin en üst üreme ve yaşama biçimi olan harem tipi
organizasyon hakimdir. Bencil genler (içgüdüler) hakimdir. Üreme ve yaşama için
liderlik ve şiddet yöntemi vardır. Bu aşamadayken Afrika’daki bildiğimiz
tektonik hareketler sonucu kuraklık başlar ve ormanlıklar yok olur ve
memelilerin varlığı tehlikeye girer. Ölüm kalım derecesinde önemli bir krizdir
bu. İşte bu ölüm kalım krizini dik yürüyerek aşmak zorunda kalır memeliler. Dik
yürümeyle beraber eller serbestleşir ve ilk aletleri yani ilk tekniği
geliştirir. Sürü sistemi devam etmektedir. İlk insanımsıların geliştirdiği
aletlerin ya da tekniğin gelişim hızıyla insanlaşmanın hızına baktığımızda
aletin hep geride kaldığını görürüz. Hangi belgeye bakarsanız bakın alet veya
teknik gelişimle beyin gelişiminin aynı hızda akmadığını görebilirsiniz. Beyin
gelişimi alet gelişiminin kat kat üzerindedir. Olaylar ve belgeler bu durumu
ispatlarken günümüz klasik bilimi insanı tekniğin var ettiğini söyler. Fakat
bir yandan da bu çelişkinin nereden kaynaklandığının yanıtını veremez. Çünkü
kendisi tekniğin eseridir, tüm bulguları da buna göre yorumlar, fakat
çocukların bile farkettiği böylesi bir çelişki karşısında ise suskun kalır. Çünkü soru ortada durmakta ve tüm
para, pul, devasa arge çalışmalarına rağmen doğru düzgün bir yanıt bulamazlar.
Üç milyon yıl boyunca taş tekniğinde patinaj devam ederken en temel gösterge
olan beyin gelişimi onu kat kat aşar, neden? Sorunun yanıtını veremedikleri
gibi bizim gibi sonuçlara ulaşanları da yok sayarlar. Bunun bir önemi yok,
diğer cehaletten kaynaklanıyorsa zamanı gelince bunu düzeltirler. Fakat insanın
ve insanlığın kaderi üzerinde oynanmaya çalışılan oyunların bir aktörü olarak kasıtlı
olarak gerçekleri yok saymak ise affedilmez.
Pozitivist bilimin insanı insan yapan temel etkenin alet ve teknik
olduğunu söyleyerek bunda ısrarcı olması ancak kendi sonunu hazırlar. Bir
taraftan aletle insan beyninin gelişimi arasında bir tutarsızlık olduğunu
söylemek diğer taraftan bu tutarsızlığa
rağmen akademilerde bilim diye böyle şeyleri genç beyinlere aşılamak ancak
kasıtla mümkündür. Sonuçta klasik pozitivist bilim alet ve tekniği insanın
önüne koyar ve tarihsel gelişmelerden bu sonuç çıkarılamayacağı halde
insanlaşmayı tekniğin eseri olarak sunar. Acaba bilim ''insanı tekniğin
yarattığını'' ispatlamaya çalışırken insanın tekniğe mi tapmasını ister, gizli
ya da açık bir şekilde. Üstelik buna dair elindeki veriler tutarsız olduğu
halde,üstelik insanı insan yapan şeyin bütüncül yaklaşımla başka bir yoldan
gerçekleştiği ispatlanmışken. Matriks benzeri tekniği yücelten filmlerin peş peşe
piyasaya sürülmesiyle bu tezlerin tutarsızlığı nereye kadar gizlenebilir acaba.
Doğal ve toplumsal geçmişin belgeleri önyargısız biçimde incelenirse tekniğin
insanı yaratmadığı, tam tersine insanın tekniği yarattığı görülür ki bunu
ispatlayabilecek durumdayız bugün. Dik yürüme ve alet gelişince anatomik ve
fizyolojik olarak daha gelişkin türler, dolayısıyla daha kompleks organizmalar
ortaya çıkar. Dik yürüme ve alet kullandıkça gelişkin organizmanın hamilelik
süresi uzar. Çünkü organizmanın kendini tamamlaması gelişmişlik düzeyiyle ilgilidir.
Beş, altı ay olan hamilelik süresi gelişmişliğine paralel olarak artar. Hamilelikle
beraber yavruların bakım, eğitim ve erginliğe ulaşma süreleri de uzar. Tüm bu
gelişmeler harem sisteminin son bulmasına neden olur. Çünkü bir lider erkek tüm
bu yüklerin altından kalkamaz. Ve sürü dışındaki diğer erkekler de sürüye
katılır. Ancak bu kolay bir gelişim olmaz, gitgellerle işler. Annelerin ve
çocukların beslenme,barınma,güvenlik ve eğitim ihtiyaçları zorunlu olarak diğer
erkeklerinde toplulukta kalmalarına neden olur. Çünkü topluluk içine girdiği bu
yeni düzeyin yeni sorunlarıyla yüzyüze gelir ve alet, liderlik bu yeni
sorunlarla baş edemez. Diğer erkeklerin tüm bu sorunların çözümüne ve gen
havuzuna katkılarıyla birlikte kendiliğinden topluma doğru bir gidiş olur.
Sonuçta üreme serbestisinin olduğu ilk komün doğar. Gelişme dişilerin eseridir.
Çünkü lider erkeğin bencilliğini düşündüğümüzde harem sisteminin tıkanması onun
üreme ve yaşamasını pek etkilemez. O bencil genlerinin emrettiği gibi her
dişiyi döllemek ister. Bu tıkanmanın sonuçlarıyla doğrudan muhatap olan ise
dişilerdir. Sonuçta harem tipi yaşamın davranışları baskılanır ve tüm erkekler
ve tüm dişiler üreme ve yaşama birlikteliği kurarlar. Hayvansal harem tipi
üremenin baskı altına alınması uzun zaman alır. Üreme etkinliğinin haremdeki
gibi en güçlü erkeğin tekelinden çıkarılması, üreme için kavganın baskı altına
alınması gerekmektedir. (Liderliğin ve iktidarın köklerinin de ne kadar eskiye
gittiğini görelim. İnsanlığın sonraki çevrimlerinde hep kılıktan kılığa girse
de kökü burasıdır ve kazınması lazım.) Öte yandan yaşamak için gereken
etkinliğin de buna paralel olarak birlikte yürütülmesi söz konusudur. Zaten
asıl uğraş yaşamın ortaklaşması ile üremenin ortaklaşmasıdır. Bu gidişi
zorlaştıran temel etken ise bencil genlerdir. Çünkü baskılanan tam olarak bu
bencil genlerdir. Fakat en genel anlamda hayvan üreme sisteminin baskılanmasıdır
bu çevrimde yaşanan. Hayvan üremesi baskılandıkça yani içgüdüler denetim altına
alındıkça ortak üreme ve yaşama kararlı hale gelir. Bu kararlılık kurallaşır
ancak bu düz bir çizgide ve hemen olmaz. Hayvansal içgüdüler sürekli eskiye
dönmek ister. Bencilce ortaya çıkar ve hayvanlığını yapar. İşte bir taraftan
topluluğun hayatı için elzem olan kurallar yerleştirilmeye çalışılırken diğer
taraftan da bu içgüdüler yok olmayıp (bilinçaltı haline gelerek) varlığını
devam ettirerek ara ara ortaya çıkar. Neden nasıl ortaya çıktığı ve günümüzdeki
biçimleri ayrıca ele alınmalı. Ancak şu kadarını söylemeli ki, günümüzdeki
biçimi daha bireysel ama en az anlattığımız çevrimdekine benzer inanılmaz
vahşilikte olur. Klasik psikolojinin nevroz ve psikozlar olarak tarif ettiği
birçok hastalığın kaynağı olarak gösterebiliriz. Ayrıca ensest gibi cinsel
bozukluk olarak ortaya çıkan eğilimler de yine cinsel yasakların çiğnenmesiyle
ilgilidir. Hayvan üreme ve yaşama sistemine dönüş demektir ki bu insan toplumu
için kabul edilemez bir durumdur. Örneğin ensest eğilimlerde durum tamamen
böyledir, üreme ve cinselliğin insanlaşmasının bazı beyinlerde tam olarak
yerleşmemesiyle ilgilidir. Üreme ve yaşamanın ortaklaşması her bireyin farkında
olup bildiği bir kuralken, birden bire ortaya çıkan ve ona hayvanlığını
yaptıran şeyi ise bilmez, bilemez. Bunların bencil içgüdülerin etkisi olduğunu
bilemez. Yani bir yandan bildiği, farkında olduğu kurallar varken bir taraftan
bilmediği farkında olmadığı nereden geldiği belli olmayan (Freud'un psişik
enerji keşfi) davranışları vardır. Farkında olduğu tarafı ile farkında olmadığı
bir tarafı olur. İşte komünün kurallarının farkındalığı ile bencil genlerin
bilinmezliği arasındaki karşıtlık bu şekilde gelişir. Bilinen ve bilinmeyen
yani bilinç ve bilinçaltının kökü burasıdır. Doğal çevrimlerin mirası
içgüdülerin etkinliği hala devam etmektedir, fakat bir taraftan da insanlaşan
bir üreme sistemi sözkonusudur. İşte çatışma tam olarak bu alanda gerçekleşir.
Komün kuralları bencil genleri baskıladıkça karşıtlık giderek keskinleşir.
Komün kuralları yerleştikçe İçgüdüler bastırılır, fakat yok olmaz. Kişi beyni
bildiği ve bilmedikleriyle ikiye parçalanmış olur. Bir taraf hayvanlığa çeker
diğer taraf insanlığa. Bilmediği tarafın etkinliğinin kaynağını doğadaki
güçlerden bilir. Çünkü artık farketme mekanizması vardır. Kendinin ve ortamının
farkındalığı vardır ve bu farkındalıkla yorum yapar. İlk yorumlaması da budur
zaten, kendisi vardır ve bir canlıdır. Tüm tabiat da canlıdır. Kendisinde bir
can varsa (anima) tabiatta da vardır. Kendisinin bildiği bir yanı vardır ve
bilmediği bir yanı vardır. Tabiatın da öyle olmalıdır. İşte hayvan beyni ile
sonradan gelişen insan ön beyni arasındaki bu zıtlık-birlik ruhun kökenidir.
Bizim daha sonra adına ruh dediğimiz şey, kendisindeki bildiği ve bilmediği
alanların savaşıdır. Bilinç-bilinçaltı birliği ve zıtlığının kökü burası
oluyor. Evreni ve dünyayı da kendi yansıması olarak algılar. İyi ruhlar ve kötü
ruhlar vardır, bazen biri bazen diğeri üstündür. Bu savaşın ve birliğin
(bilinç-bilinçaltı savaşının) her yana yayıldığını yorumlar, tüm tabiatta da
aynı şey vardır ona göre. Kendisiyle doğayı bir tutar, onu da canlı kabul eder.
Kendisindeki karşıtlık onda da olmalıdır. Ancak kendisindekileri
(bilinç-bilinçaltı) bildiği halde tabiatı bilmez, bilemez. İşte burada bizim
adına dünya görüşü,bakışaçısı dediğimiz şey ortaya çıkar yani tabiatı yorumlar.
Ve her şeyin kendisinin bir yansıması olduğu, dolayısıyla canlı olduğunu düşünür.
Bu ilk yorumudur, ilk dünya görüşüdür. Tabiatın da kendisi gibi bir canı
vardır. O da yaşamaktadır, dolayısıyla onda da kendisinde olduğu gibi bir ruh
olmalıdır. Tabiatın da kendisindeki gibi bir farkındalığı vardır. İşte bu ilk
yorum, herşeyi kendisi gibi canlı kabul ettiği animizmdir. Daha sonra hem
kendisindeki hem de doğadaki bu bildiği
ve bilmediği güçler yani ilk ruh algısı tüm kutsallık çevriminin başlangıç noktası olur. Tabiatın
da kendisi gibi bir ruhu olmalıdır kök düşüncesi çok daha sonraları ''ulu
yaratıcı kendisini bilmek istedi'' biçimine dönüşecektir. Bu aşamada (animist
çevrimde) bencil genler baskılanmaya çalışılır hep. Üç milyon ve yeni
belgelerle de uzayacak gibi görünen bir süre devam eder. Komün üreme sistemini
hayvanlıktan kurtarmaya çalışırken aynı zamanda yaşama biçimini de
toplumsallaştırmaya çalışır. Üst memelilerin tipik üreme ve yaşama biçimi harem
kaldırılmaya çalışılır tüm bu zamanlar boyunca. İşte ilk ruh algısı da
gelgitlerle birlikte bu aşamada gelişir. Gelgitlerle, ileri ve geri dönüşlerle
yerleşmesi çok önemli bir nitelik olarak karşımıza çıkar ileri zamanlarda.
Çünkü birçok kaygı, korku, sevgi ya da başkaca duygunun yerleşmesi ve
tedavileri de aynı başlangıç nokasının karakterine göre olur. Örneğin
bağımlılıktan kurtulmaya çalışan insanın buna karar vererek hemen yapamamasının
nedeni budur. İlk ruh algısı böylece oluşur ancak bu ruh henüz kutsallıktan
uzaktır. Ruh daha sonra kutsallaşır. Şimdilik bilinç-bilinçaltı bölünmesi
görülür. Kişiye tüm etkiler komün dolayımıyla etki eder. Komüm kuralları
doğrudan kişinin beyninde yansımasını bulur hep. Ortak yaşam ve ortak üremenin
mecburiyetleri her bireyin beyin organizasyonuna aynen yansır. Komün, tüm
vahşet çağında üremek ve yaşamak için şiddet yoluyla iktidar kurmayı yasaklar,
yasaklamaya çalışır. Bu yasaklar (bilinç) kişide bilinç-bilinçaltı zıtlığını
yerleşik hale getirir. İnceleyebildiğimiz tüm belgeler bu çevrimin en az üç
milyon yıl olduğunu, hatta uzayabileceğini söylüyor. Üreme ve yaşama biçiminde
eskinin hayvanlığına dönen birey ölümle cezalandırılır genellikle. Çünkü mesele
ölüm kalım meselesidir, türün varlığı bu kurallara sıkı sıkıya sarılmasıyla
mümkündür. Komün üyeleri deneyerek, yanılarak somut gelişmelerle gözlerler. Bu
kurallara bağlılık yüceltilir, onurlandırılır hep. Komün kurallarının kişi
beynine yansımaları bu şekilde yerleşir. Her zaman bencil genlerin baskılanması
ödüllendirilir. Bireyin beyninde devam eden bu savaş, kutsallık çevriminin çok
ileri bir aşaması olan tek tanrılı dünya yorumunda nefis savaşı olarak net bir
formüle kavuşacaktır. Tüm bu gelişmeler üç milyon yıla yayılır. Bu muazzam
gelişmeler olurken teknik ve alet neredeyse yerinde sayar. Dik yürümeye
başladığından beri tüm türlerin kullandığı aletlerde fazla bir gelişme olmaz.
Yani klasik bilimin iddia ettiği gibi insanı alet yaratmaz. Aletteki gelişme
kaba taştan, yontulmuş taşa, cilalı taş tekniğine ulaşır en fazla. Tekniğin
ritmi çok gerilerdedir. İnsanın gelişiminde hayvan tipi yaşama ve üremeyi
baskılayan, insanlaşmayı getiren kuralların yanında karınca gibi kalır. İnsan
doğanın içinden çırılçıplak çıkmak zorunda kalır ve hayvanlığını terbiye ederek
insanlaşır. Bu çevrimde insanın ve onunla birleşik haldeki kutsallığın
temelleri atılır ve hala o temeller üzerinde insanlaşma devam eder. Bugün de
aynı başlangıç noktasına hassas bir şekilde bağlı olarak devam eden de budur.
Ancak hayvanlıklar sonuna kadar yok olmaz. Ne o zaman ne da günümüzde. Hala
modern hayvanlıklarımızla uğraşırız, hala birbirimizi öldürürüz. Hala liderlik
taslayanlarımız olur ve bunlara eyvallah edenlerimiz olur. Hala her yeri
döllemek isteyen bilinçaltının tezgahlarına düşer insan. Hala senin benim
bencilliğine devam eder. Demek ki hala sosyal hayvanlığa devam ediyoruz yani
esasen insanlaşma bitmiş bir süreç sayılamaz. Komün bu ilk hali ile doğarken
onun bireyi de doğuyordu. Kendi bedeninden ayrı bir ruh algısı geliştirmemişti
henüz, soyutlama yeteneği henüz o kadar gelişkin değildi. Bu aşamada sadece
insan ve hayvan beyni şeklinde bir bölümlenişten bahsedebiliriz. Komün, tek bir
parçadır ve henüz kanlara bölünmemiştir. Bu gelişmeler tüm hominid (insanımsı)
türler boyunca devam eder. Ne zaman ki kendi içinde cinsel yasak geliştirir
işte o zaman bedenden ayrı bir ruh algısı geliştirebilir. Ki bu yeni bir
soyutlama yeteneğidir. Çünkü beyin de bilinç-bilinçaltı sentezinde yeni bir
aşamaya gelir bu yeni yasakla beraber. Kendi komününe, klanına, soyuna, kanına
ait totemini de işte bu aşamada edinecektir. İşte bedenden ayrı bir ruh
algısını geliştirmesine neden olan da totemin gelişimi olur. Komünün
kurallarının sembolüdür bu totem ve kendi bedeninden ayrıca sembolize edilen
totem de bu kutsal ruh algısını güçlendirecektir. Yasaksız komün boyunca devam
eden hayvansal içgüdülerin baskılanması ve insanlaştırılması birçok sonuç
çıkarır ortaya. Kadının gebelik süresinin uzaması, bebeğin daha gelişkin
olması, doğumdan sonra komünün hareketliliğinin düşmesi, çocukların bakım ve
eğitim sürelerinin uzaması ve bunlara ilişkin irili ufaklı birçok sonuç. İşte
bu çevrimin ortaya çıkardığı yaşam organizasyonu da kendi olağan sınırlarına
ulaşır. Böylece, alet, toplum, beyin gelişimi ve coğrafyanın kullanım düzeyi
zamanımızdan beş,altıyüzbin yıl önce insanımsı türleri, sıcak ekvator
kuşağından, daha soğuk olan kuzeye doğru yayar ve ateşin düzenli kullanımı da
bu sıralara rastlar. Ateşin insan hayatına girmesi, üreme biçiminin gittikçe
insanlaşması, kadının ve mağaranın merkezileşmesi hemen peşi sıra gelişir. Çok
sonraları tek tanrılı kavrayışlarda ateşin şeytanla özdeşleştirilmesini anımsayalım.
Ateşin, ocağın ve mağaranın başında kadının bulunduğunu ve anaerkil sistemin
geliştiğini biliyoruz. İşte bu yaşam biçimi kadını ve onun kutsallaşmasını
beraberinde getirir. Ne zaman ki erkek sistemi hakim olmaya başlar işte o zaman
ateşle şeytan özdeşleşir ve ''şeytanın insandan önce ve ateşten yaratıldığı''
söylenir ve ayet haline gelir hatta.
Ateş
ve mağara komünü hücre zarı gibi sarar. Komündeki iç unsurlar (teknik, bilgi,
insan, coğrafya, dil) böylelikle daha yakın ve dolaysız iletişim imkanını
verir. İşte yasaksız komün tam da bu aşamada son buluyordu. Çünkü bu ilk çevrim
doğal sınırlarına böylelikle ulaşmış ve her çevrimde olduğu gibi kendi iç
gelişimiyle yeni bir çevrimi hazırlamıştı. Ateş ve mağara olanaklarında bu
gelişim komün içinde cinsel yasakların keşfine doğru yeni bir adımı doğurdu.
Mağara ve ateş tekniği başta olmak üzere tüm gelişim yeni birikimler
yaratabildiği için yeni çevrimin önü de açılıyordu. Bu yeni aşamaya da yine
kadın ve çocuk ikilisi damgasını vuruyordu. Yaşama biçiminde kaydedilen
gelişmeler anatomik, fizyolojik işleyişleri de geliştiriyordu. En önemlisi de
anneler ve çocuklar arasındaki ilişkiyi önceki çevrimden farklı bir düzenlemeye
götüren hormonal değişimdi. Hamileliğin süresinin uzaması ve cinselliğin
mevsimlik döngülerden kurtulması ile birlikte östrojen hormonu yeni ve daha
zengin bir düzeye ulaşır. Öte yandan ve aynı zamanda bunun zıttı ve bunu
baskılayan folükülün hormonu da zenginleşir. Bunun anlamı çocuk doğurduktan
sonra anne ile çocuk arasındaki ilgi, sevgi ve bağlılığın annelik duygusunu
geliştirecek yönde yeni bir aşamaya ulaşmasıdır. Çünkü anne her çocuk doğduktan
sonra (şimdiki gibi doğum kontrolü yöntemi kullanılmadığı için) yeniden hamile
kalıyor ve anne çocuğu yıllarca emzirdiği için bu döngü kadındaki folükülün
hormonunun evrimini hızlandırıp arttırıyordu. Bu hormon arttıkça da cinsellik
hormonu (östrojen) baskılanıyor ve anne çocuk ilişkisinde kadınlık değil
annelik baskın hale geliyordu. Buna eşlik eden diğer önemli bir gelişme daha
vardı. Gen havuzunun mağara ile birlikte gerçek bir havuz gibi işleyişi
gözlemlendikçe aynı genlerin üremede yarattığı sorunlar, sakatlıklar, kısaca
verimsizlik ortaya çıkıyor, uzak genetik ise daha sağlıklı üreme ve yaşamaya
zemin oluyordu. Böylelikle giderek anneler ve çocuklar arasında cinsel olmayan
türden bir ilişki gelişme zemini buluyordu. Bu ilişki giderek şimdiki anne
çocuk ilişkisine doğru evrilecekti. Yani sevgi, ilgi, koruma, eğitme ve insan
olarak algılama duygu ve düşüncesine doğru gelişecekti. İşte anne ve çocuk
arasındaki ilk üreme yasağının kökeni tam da burası oluyordu. Bu köken zamanla
anne ve erkek çocuk arasındaki cinselliğin kesin olarak yasaklanması ile
sonuçlanıyor ve insanlık bir adım daha atmış oluyordu insanlaşma yönünde.
Elbette belirtmeye gerek yok, tüm gelişmeler gibi bu gelişme de bireylerin
bilinç-bilinçaltı örgütlenmesine de olduğu gibi yazılıyordu. Bir kural olarak,
yaşama biçiminin anatomik-fizyolojik gelişmelere neden olması (genetikleşmesi),
bunların da yeni yaşama biçimlerine kapı açması karşılıklı olarak böyle
işliyordu. Ancak şunu belirtmekte yarar var ki bu ilk üreme yasağının
geliştirilmesi yine kadının eseri oluyordu. Toplayıcılık ve avcılığın temel
geçinme biçimi olduğu bu çevrimde kadın tüm komünün merkezindeydi. İktidar
olduğu söylenemez ancak merkez çekim alanıydı diyebiliriz. Kadın bildiğimiz
manada hiçbir zaman iktidar olmadı. İktidarlık taslayan kadın tipleri ise erkeği
taklit edenler oldu hep. Erkeğin aklını, ruhunu hatta görüntüsünü taklit eden
kadın tipleri ise artık kadın sayılmazdı. Diğer yandan kadın en derin
sezgileriyle kadının iktidar olmasını öngören feminizm, sosyalizm, liberalizm
gibi hiçbir ideolojiye de güvenmedi. Sınıflı toplumun kadına iktidar olma sözü
veren bu ideolojilerine kadın dört elle sarılmadı. Fakat bunları kullanmaktan
da geri durmadı. Anarşizm, ütopik de olsa iktidar olmamayı öngördüğü için son
yıllarda kadınlar tarafından bu nedenle ama daha çok bilmeden benimsenir hale
geldi. Kadının tanrılaşmasının en derin kökleri buralardadır esasen. Kadını
metalaştıran sınıflı toplum kafası onun cinselliğinden ötürü ya da
doğurganlığından ötürü tanrılaştığını söyler. Tamamen yanlış ve sınıflı toplum
aklı (ki adı sosyal bilimler) tarafından uydurulmuştur. Efendilerin
ihtiyacından ya da cehaletlerinden olsa gerek, ikisi de aynı şey gerçi, konuya
dönelim. Oysa kadın insanlığın en önemli bilinç (bilgi, uyum) atılımlarından
birinin (belki de en önemlisinin) taşıyıcısı olduğu için tanrılaşmayı hak
etmiştir. Hayvan gibi yaşamaya ve hayvan gibi üremeye son veren, insanlaşmayı
tetikleyen kadın olmuştur. Eldeki verileri yeniden değerlendirebilen dürüst
sosyal bilimciler açıkça anlattığımız yasayı görebilirler. Ne geçmiş ne de
günümüz gerçekleri asıl yasalar ortaya konulmadan tam anlaşılamaz, çünkü her
türlü gerçek o yasalara sıkı sıkıya bağlıdır. Erkekler ve kız çocuklar
arasındaki cinselliğin yasaklanması ise daha çetrefil ve zor bir yoldan
ilerlemiştir. Çünkü erkeğin sperm üretimi mevsimlik olmadığı gibi üreme
insanlaştıkça testesteron seviyesi de yükselir, zenginleşir. Bu nedenle erkek
ve kız çocuk arasındaki üreme yasağı çok daha uzunca bir zamanda yerleşip
kararlı hale gelir. Animist çevrimdeki ruh tam olarak kutsal değildir. Ya da
bugün kulandığımız anlamıyla bir ruh algılaması değildir o, ayrıca henüz
kutsallık da kazanmamıştır. Komün üreme ve yaşama biçimi tıkanıklığını aşmak
için kurallar geliştirir ve bu kurallar kişi beyninde yansımalarını bulur
sadece. Bu çevrimin başlangıç noktasıdır. Böylece, birey de yaşadığı dünyayı
bildiği ve bilmediği şeklinde yorumlar. İşte bu yorumun aynısını yaşadığı dünya
için de yapar. Orada da bildiği ve bilmediklerinin olduğunu farkeder. Onlara
seslenir hep, onlarla konuşur, onların iyi ve kötü taraflarıyla muhatap olur.
Dünyası yani yaşama biçimi değişip geliştikçe (ki mağara ve ateşle yani
neanderthal zamanında) da ilk cinsel yasaklara ulaşır bu dünyası. Bu aşamada
yaşam biçimi daha da özelleşmiştir. Genel olarak toplayıcılık yapmaz, özel
olarak belirli hayvanları avlar. Ateş tekniği ile barınma ihtiyacını hazır
haldeki mağaraya taşınarak çözer bu aşamada. Buralarda daha sonra ilk totemi
haline gelecek ayı ile yoğun olarak karşılaşır, ki buluntular ilk totemin ayı
olduğunu gösteriyor. İşte bu dünyası özelleştikçe artık o özelleşmiş doğa
parçası ile alışverişini geliştirir. O doğa parçasıyla iletişim kurmaya, onu
tanımaya başlar, onu merak eder. Bu arada komün içindeki kurallar sıkılaştıkça
(bilinç-altbilinç zıtlığı keskinleştikçe) muhatap olduğu bu özel alanın iyi ve
kötü yanlarından yararlanarak bu zıtlığı yerinde tutmaya çalışır. Bu zıtlığın
kendisi orada da vardır ve kurallara uyum yaptıkça da bu zıtlığın iyi
tarafından beslendiğini tecrübe eder. Daha sonraki kutsallık çevrimine temel
oluşturacak zihinsel işleyişleri böylelikle kurar. Giderek bu zıtlığın iyi ve
kötü, kahredici taraflarıyla beynini sıkılaştırmak için daha yoğun bir iletişim
kurar. Yaşama biçimi gelişip bulunduğu özel alanı genişletikçe onu her yönüyle
daha iyi tanır. Bu defa yeni yaşama biçiminin yoğunlaşmasına uygun bir
kutsallık edinir. Totemini tanıyıp çözdükçe (ki bu vahşetin sonlarını bulur)
yeni kutsallığı yeni yaşama biçiminin zirvesindeki kadın olur. Kadın böyle
tanrılaşır. Ta ki sürüyü evcilleştirip erkek ata tanrılaşınca kadını alaşağı
edecektir. Ancak medeniyete giden yolda genişleyen dünyasının yeni güçleriyle muhatap
olur ve bu defa onları kutsallaştırır. Güneş ve yıldızlara çıkar kutsallığı,
daha sonra medeniyetle beraber tek tanrıya doğru ilerler. Çünkü dünyası da
genişlemiştir. Daha geniş, gittikçe daha soyut ve daha kapsamlı hale gelir hem
bireyin hem toplumun kutsallığı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder