TOPLUMSAL ÇEVRİMDE İKİ BÜYÜK TIKANIKLIK ve İKİ BÜYÜK DOĞUM
İnsanlık tarihini bir bütün olarak kavramadıkça ve daima göz önünde tutmadıkça düşüncelerimiz yüzeysellikten, davranışlarımız ise dar çabalardan öteye geçemez. Diğer bir sakıncası da bu düşünceler ya da çabalarımız yakın geçmişin determinizminden kurtulamaz, yakın geçmişin baskısı ile şekillenir. Bunun tek ilacı insanlık tarihini aydınlatan sağlam bir teoridir. Bu yüzden bakışaçımızı geliştiren, hem kişisel hem de toplumsal olarak yolumuzu aydınlatan inanç temeli (teori) üzerinde yoğunlaşmak hayati öneme sahiptir. Zaten teorinin işlevi budur: toplumsal çevrimin doğa ile bütünlüğünü her adımda kurarak, doğru yorumlar getirmek ve ona uyum yapmaktır. Maalesef bizde bir türlü anlaşılmayan ve olmayan şey de budur.
Konumuz, antik ve modern tarihin sonunda gözlemlenen tarihsel tıkanıklık ve bu tıkanıklığın yeni toplumsallığın doğumu ile aşılmasıdır. Antik tarihin sonu bir türlü bitmeyecek gibi görünen bıktırıcı bir çağdır ki bu çağ klasik bilimlerin tasnifine göre Ortaçağ'ın sonuna denk geliyor. İşte konumuz bitmeyecek gibi görünen antik tarihin sonu ile günümüz modern tarihinin sonunda ortaya çıkan kişi çevrimi arasındaki paralelliktir. İçerik böyle olmakla beraber, konuyu bu şekilde ele alıyor olmamızdaki hedefimiz basit bir anoloji (benzeşme) yapmaktan öteye geçip, doğrudan doğruya tarihin bütüncül okumasını yaparak günümüze ışık tutabilecek bir düzeye ulaşmaktır. Bu görüş düzeyi, toplumsal çevrim yasalarının bilincini okumak, anlamak ve uyum yapmak gibi bazı değerli motifleri gözlerimizin önüne serer. Antik tarihin sonunda ortaya çıkan bu tıkanıklık ve onun modern toplumu doğurması ile günümüz modern tarihinin sonundaki tıkanıklık ve yeni bir toplumsallığın doğumu olguları arasında ne türden çevrimsel bağlantılar bulunduğuna yakından bakacağız.
Çünkü insanlık tarihi doğa tarihi gibi çevrimler (sikluslar) yaparak ilerler. Her çağın siklus (devirdaim) temeli vardır ve o temelden başlangıç yapar. Eğer yeni bir çevrim temeli varsa sonraki tüm olaylar o temelden başlangıç alırlar, fakat her halükarda o başlangıçlarına (yine bir çevrim yasası olarak) hassas bir şekilde bağlı kalarak gelişmelerine devam ederler. Toplumsal çevrimler arasında böyle bağlantılar bulunur. Şimdiki konumuz antik çevrmin sonu ile modern çevrimin sonundaki tıkanıklıklarla yeni toplum biçimlerinin doğum süreçleri arasındaki bu çevrimsel bağlantılardır.
Konuya girmeden önce tarihi çevrim bakışı ile okumanın özellikle burada işimize yarayacak bir anahtarını akılda tutmakta fayda var. Bir önceki çevrimin kendisini bir sonrakinde bir tür genetik kod gibi tekrar edişi bire bir olmaz, olamaz. Çünkü kökü eski çevrimde saklı olsa bile o artık yeni bir çevrimdir ve orijinaldir. Bu yasa aynı olmakla beraber olayların gelişimi bambaşkadır, bunu akılda tutmakta fayda var.
Antik tarihin sonundaki ortaçağın bitişi ile günümüz kişi çevriminin bitişi arasındaki paralellik te tipiktir. Ortaçağ nasıl son buldu ise günümüzün kişi çevrimi de benzer şekilde bitecek demektir. Fakat dediğim gibi basit bir benzeşme olmayıp bilemeyeceğimiz olaylar bütünü ile önümüze geleceğinden emin olabiliriz. Tarihin akışı içinde gördüğümüz bunun gibi benzeşmelerin toplumsal çevrimin bilinci haline gelmesi için tarihin gidişat kanunları (çevrim yasaları) temelinde irdelenip, içselleştirilmiş olması gerekir. Kutsal söylemde nasıl ki ''tanrı bilinmek için insanı yarattı'' olarak kabul edilirse aynı şekilde çevrim yasaları keşfedilmek üzere işleyip durur. Mesele yasaların işleyişini keşfetmek ve keşfetmekle kalmayıp onlara uyum sağlamaktır.
Antik Tarih ve Modern Tarihteki Tıkanıklık
Sınıflı toplum tarihinde birçok durgunluk, kriz ya da tıkanıklık yaşanmıtır. Fakat burada ele alacağımız büyük çaplı tıkanıklık ve ona eşdeğerli yeni toplum biçiminin doğumu tarihde iki kez görülür. 1-Antik Tarihin sonunda ve 2-Modern Tarihin sonunda. Her iki tarih de sermayenin evrenselleşmesi ile son bulurken büyük bir durgunluk veya tıkanıklık içerisine girerek çökmeye başlamıştır. Bu çöküş önce toplumsal güçlerin kendi içine sıkışması ve parçalanmasıyla hemen akabinde yeniden her parçanın diğerleri ile arasına sınır çekerek bir tür beylikleşmesiyle ve sonuçta bütün yolları tıkamasıyla karakterize olmuştur. Bu tıkanma ve çöküş politikada, ekonomide, kültürde, bilimde, sanatta ve aklınıza gelen her alanda, her yerde büyük bir tıkanıklık olarak karşımıza çıkar.
Öte yandan inanılmaz bir gelişme daha bu tıkanıklığa eşlik eder. Sınıflı toplum tarihinin motoru diyebileceğimiz şey sınıf savaşlarıdır. Arada çeşitli zümreler olmasına rağmen temelde iki sınıf olarak beliren sınıfların savaşı ile şekillenir tüm olaylar. Sınıf savaşları somut koşullara göre sonuçlar üretirler ve bu sonuçlar devrim şeklinde belirir genellikle. Aynı sınıfın kendi içindeki rekabeti şeklinde de olabilir, diğer sınıflarla savaşı şeklinde de olabilir ama her durumda mutlaka bir ''savaş ve devrim döngüsüne'' neden olur sınıf savaşları. Tarihte gördüğümüz her savaştan sonra mutlaka bir devrim ya da benzeri bir dönüşümün ortaya çıkması bu yüzdendir. Somut tarihsel gelişmelere baktığımızda özellikle sermaye sınıflarının kendi aralarındaki rekabet, güç ve paylaşım savaşları şeklinde olsun ister köylü veya işçi sınıfı ile aralarında savaşlar şeklinde olsun mutlak bir devrim ya da dönüşüme sebep olur. Antik tarihteki barbar-medeni savaşlarında da böyle olmuştur modern tarihteki proletarya-burjuvazi arasında da böyle olmuştur. Örneğin modern tarihteki emperyalist paylaşım savaşının birincisinde Sovyet Devrimi bir sonuç olarak ortaya çıkar. Keza Anadolu Kurtuluş Savaşı da benzer kategoridedir. Klasik bilimlerin İkinci Dünya Savaşı dedikleri İkinci Paylaşım Savaşından sonra ise Mao'nun liderlik ettiği Çin Devrimi ve Doğu Avrupanın Sosyalizme geçişi gündeme gelir. Burjuvazi dediğimiz sınıf elbette elinin altındaki bilginin vizyonerliği sayesinde ''savaş ve devrim'' döngüsünün farkına varır. Ve mümkün olduğunca bu döngünün işlememesi için kendince önlemler alır. Bu önlemlerin en önemlisi savaş olacaksa da bunu örtülü bir savaş şeklinde yürütmeye çalmak olacaktır. Ya da ekonomik, kültürel, zihinsel işgaller biçimine dönüştürmek gibi stratejiler geliştirecektir. Fakat bu işgaller önceleri açık işgal iken devrim ya da kurtuluş savaşlarından aldığı derslerle bu defa gizli işgallere yönelir. Yine bizden örnekle, Anadolu'nun açık işgali ve kurtuluş savaşı yanıtından aldığı dersle bu defa Marshal planı, Menderes beslemesi ile ekonomik, kültürel işgal başlatır.
Savaşların gizli, görünmez hale gelmesi ile birlikte sınıflı toplum tarihinde her tıkanıklığı açmak gibi bir işleve sahip devrimlerinde ortadan kaybolduğunu görürüz. Yani sonuçta az önce bahsettiğimiz bütün tıkanıklıklara bir de en büyük tıkanıklık olan devrim tıkanıklığı eklenmiş olur. İşte asıl felaket de budur. Çünkü sınıflı toplum tarihinde, beğenelim, beğenmeyelim devrim denilen yöntem her zaman yol açıcıdır ve bir çok derdin tek ilacıdır. Devrim ilacının yokluğu her yerde her şeyde hastalık ve çürüme getirir. Sınıflı toplum gerçeği olarak devrimlerin ya da kurtuluş savaşlarının değeri elbette bu şekilde anlaşılacaktır. Ancak artık hiç kimse eskisi gibi bir devrim estememesi bir tarafa çağın atmosferinde de eskisi gibi bir devrime yer yoktur. Bu açıdan geçmişi bir yönüyle ''savaşlar ve devrimler çağı'' olarak ta niteleyebiliriz ve eski tip savaş ve devrimlerinin günümüz insanlaşma düzeyine yakışmadığı gibi kabul de edilemez. Ölüm getiren hiçbir şeyi benimseyemeyiz, dolayısı ile bu yöntemleri tarihe gömmeliyiz ve insanlık olarak dersimizi almalıyız.
Modern tarihin sonundaki bu devrim taknıklığı, antik tarihin sonundaki devrim tıkanıklığının bir üst çevrimdeki ifadesinden başka bir şey değildir. Antik tarihin sonundaki somut gelişmelere takılmadan düşünürsek çağımızda da benzer şeylerin cereyan ettiğini görebiliriz. Somut gelişmelerin her çağa göre biçimleneceğini unutmadan, olayların altında işleyip duran tarihin kanuncul gidişini görebilir ve bazı net yorumlara ulaşabiliriz.
Yeni toplumsal doğumların öncülleri olan güçlerin antik tarihte olduğu gibi günümüzde de geri çekildiğini hatta dibe vurduğunu görürüz. Bu dibe vuruşu içine sindiremeyen eski güçlerin (partiler, muhalif hareketler, sendikalar, dernekler vs) suni muhalefet kışkırtmaları işte tam bu aşamada devreye girer fakat işe yaramaz. Çünkü modern tarihin sonunda da, antik tarihin sonunda olduğu gibi devrim yapacak güçler yeni karakterlerine doğru başkalaşmıştır. Başka bir deyişle tıpkı antik tarihte olduğu gibi bütün devrimci güçler yeniden sınıflı topluma, kapitalizme çözülmüşler ona benzemişlerdir. Örneğin Sovyetlerin çöküşü bu bakımdan sadece oraya ait özel bir gelişim değildir, tersine tüm insanlığın, proletarya sınıfının yeni bir aşamaya girdiğini gösterir. Sovyetler ve sosyalizm çökerken proletaryanın parmağını kımıldatmaması başkalaştığının ibret verici göstergesidir. Bunun eski idelojilerle izah edilememesi de bu yüzdendir, çünkü çağ başkalaşmıştır ve tüm sınıflar, toplumlar ve kişiler bu başkalaşımın girdabından kurtulamaz.
Medeniyet-Barbarlık Savaşından Burjuvazi-Proletarya Savaşına
Konuyu bütüncül bakış açısı ile ele aldığımızda daha gerçekçi sentezlere ulaşabilir, antik tarihle günümüz arasındaki paralelliği kurarak önümüzdeki zamanların resmini öngörebiliriz. Hatırlayalım, Antik tarihte medeni-barbar savaşında tarihsel devrim (kutsal kitapların tabiriyle tufan) yapacak barbar komün kalmamış hepsi medeniyetle savaşarak eninde sonuda medenileşmişti. Antik tarihin yoğunlaştığı Kuzey Afrika, Asya, Avrupa kıtaları medeniyet dediğimiz sınıflı toplum pazarları olurken bu esnada barbar komünler de medeniyete çözülmüşlerdi. Medeniyetlerin içerisindeki çeşitli köylü ve köle isyanları, gerçek birer sosyal devrime varamıyor, derebeyi despotizmleri altında eziliyorlardı.
Antik tarihteki sosyal değil ama tarihsel anlamdaki devrimci güçler olan ilkel komünler tükenince yeni sosyal sınıflar ortaya çıkmıştı. Sosyal savaşların ve sosyal devrimlerin aktörleri de bu sınıflar olacaktı yahi burjuvazi ve proletarya sınıfları. Burjuvazi sınıfının sınıf olarak ilk devrimi 1640'larda İngiltere’de görülecek burjuva sosyal devrimi olacaktı.
Antik tarihte, nasılki ilkel komünlerle medeniyetin savaşı tüccar bezirgan sermayenin evrensel pazar sistemi ile sonuçlanmışsa, modern tarihte de burjuva ile proletarya (kapitalizm-sosyalizm) arasındaki savaş ta, dünyayı ''küreselleştirip'' bir tek dünya pazarı haline getirmiş oldu. Bu savaşın en önemli etkisi de böylece ortaya çıkmış oluyordu, yani savaşın en önündeki ileri ülkeleri bilgisayar, nükleer ve genel olarak tüm sektörlerdeki rekabetleriyle geliştirmiş oluyordu. Bunları takip eden diğer geri ülkelerde (bizde 1980 askeri darbesinden sonra olduğu gibi) hem kapitalizm hem de sosyalizm yolundan sanayilerini geliştirerek küresel pazarla bütünleşmek zorunda kalmışlardı.
Tarihin bu şekilde birbirine paralel gelişmeleri yaratmış olması ilerleyiş kanunları ile ilgiliydi elbette. O halde artık başka bir tarih sayfası açılacaktı fakat önce bütün yollar tıkanacak ve büyük bir doğum için tarihin hamilelik süresi işlemeye başlayacaktı. Bu noktada birkaç belirleme yapmakta fayda var. Sosyalizm, kapitalizmden çıkagelmişti ve son kertede ona benzemekten kurtulamamıştı. Çünkü sosyalist devrimler, kapitalizmi yeterince yaşamamış geri ülkelerin en ilerisinden başlayarak ortaya çıkmıştı. Bu durum ne tesadüf ne de özel bir öneme sahipti, tamamen tarihin ilerleyiş kanunları ile ilgiliydi.
Toplusal çevrimleri incelediğimizde bütün devrimlerin veya dönüşümlerin aynı kanuna göre gerçekleştiğini görüyoruz. Gelişigüzel bir şekilde değil çevrim yasalarına göre oluyordu. Bu yasaya göre devrimler en ileri ile en geri toplumlar arasına sıkışmış ve kültürel potansiyele sahip toplumlar tarafından başarılabiliyordu. Eşitsiz gelişim yüzünden her toplum bunu yapamazdı elbette. Devrimlerin veya toplumsal dönüşümlerin yasası budur, daima iki toplumsal ortamın (ileri ile gerinin) buluştuğu yerde ve zamanda zuhur ederler. Bu elbette en genel anlamdaki çevrimlerin de kanunudur, yeni çevrim daima iki ortamın tam sınır çizgisinde yeşerir.
Antik Tarihteki Tıkanıklık ve Birinci Büyük Doğumda Toplumların Rolü
Antik tarihin sonundaki uzun ortaçağdan çıkış ve modern çevrime geçişte her toplumun kendisine göre rolü bulunur. Tıkanıklığın aşılmasında bazı toplumlar öncü roller oynarken bazı toplumlar bu öncüleri takip ederler. Şimdi, teorik sentezlerin ışığında somut olarak bu rolleri ve toplumların tıkanıklığı aşarken oluşturdukları hiyerarşiye yakından bakalım. Buna doğumların sıralaması da diyebiliriz, ki bir sonraki başlıkta ele alacağımız içinde bulunduğumuz çağdan yeni toplumsallığa doğumun sıralaması ya da gelecek öngörüleri için de eski çevrimin seyri bizim için bir zemin olsun.
Antik toplum çevrimi yaklaşık 6500 yıl devam eder ve bu tarih boyunca medeniyetler önce yerel, sonra kıtalararasa ve en sonunda küresel hale gelir. Küresel aşamaya gelince genişleyebileceği sınırların sonuna gelmiş olur ve çöküş te o aşamada başlar. Dolayısıyla görüldüğü gibi küreselleşme denilen olguyu insanlık bugün ilk kez yaşamıyor, benzeri bir küreselleşme antik tarihin sonunda da yaşanmıştı. Yani bizim soğuk savaşın bitişiyle içine girdiğimiz küreselleşme gerçeği ile insanlık ikinci kez karşılaşıyor.
Antik tarihin sonuna baktığımızda binlerce yıllık, Irak, Mısır, Hindistan, Çin, Roma, Grek medeniyetleri, ilkel komün akınlarıyla parçalanmışlardı. Ve bu parçalanma sonucunda birbirleriyle didişip duran yüzlerce küçük derebeyi devletçikleri ortaya çıkmıştı. Yeniden hatırlayalım ki o ortamda tarihsel devrim yapacak ilkel komün malzemesi tükenmişti ya da tükeniyordu. İşte ortaçağın uzun sürmesi ve yeni çevrime geçişin uzamasının nedeni tam olarak budur. Modern çevrime geçiş ya da yeni toplumsallığın doğumu için işte bu nedenle uzun bir hamilelik süresi gerekmiştir.
Modern çevrime geçişte toplumların başta dediğimiz gibi öncü rolleri oynayanları ve öncüleri takip eden toplumları vardı, o doğum sıralamasına olaylarla birlikte yakından bakalım.
Birinci sırada elbette komünal gelenekleri en güçlü toplumlar yer alıyordu. Bunlar Avrupadaki taze komün gelenekli toplumlar olarak diğerlerine göre en bakir olanlarıydılar. Avrupa’da Frank ve Cermenlerin kurduğu imparatorlukların, Norman ve Slav barbar akınlarıyla çökmesinden sonra, onlarca derebeyliğe parçalanmış ve bu beylikler birbirleriyle savaşıp duruyorlardı. Köylü isyanları tüm Avrupa’yı kaplamıştı. Bu nedenle derebeylik burada en zayıf dönemine girmişti ve yeni toplumun doğum temeli olan modern sosyal sınıflar ve devrimler en önce burada filizlenip doğdular. İngiltere, Fransa, Almanya ve devamında ABD ve Japonya. Kapitalist modern topluma geçip sonrasında kıtalararası emperyalizmi geliştirip yeryüzünü sömürgeleştirdiler.
İkinci sırada sınıflı topluma en son geçen ve komünal gelenekleri canlı olan Rusya geliyordu. İlkel komün toplumundan medeniyete (sınıflı topluma) en son geçen Ruslar, Kuzey Asya’yı ele geçirdiler. Avrupa’daki derebeyliklere karşı en büyük tehdit haline geldiler. Ama Rusya’da modern topluma doğumdan çok derebeyleşme eğilimi hakim oldu. Çünkü geniş doğal kaynakları bitip tükenmek bilmeyecek türdendi ve bu derebeyleşmeyi körüklüyordu. Derebeyleşmenin uzaması ise daha sonrasında kapitalizmin en canlı yarı sömürgesi olması sonucunu doğuracaktı.
Üçüncü sırada Türkler vardı. Türkler medeniyete Ruslardan biraz önce geçmişlerdi. Pakistan’dan İspanya’ya dek uzanmış bulunan İslam Medeniyeti, Türk-Moğol akınları altında, küçük derebeyliklere parçalanmıştı. Selçuklular ve Osmanlılar, İslam Medeniyetini dirilten en son Türk Devletleri oldular. Ancak onlar da derebeyleşerek, köylü isyanları altında sarsılmaya ve parçalanmaya hazır hale gelmişlerdi. Toprak sisteminin neredeyse mükemmel işliyor olması da önemli bir etken olduğu için modern kapitalizmi doğuramayacaklar, ona yarı sömürge olacaklardı.Ruslar gibi uzun yıllar kapitalizmi besleyeceklerdi ve işin ilginç olan tarafı Ruslar gibi sosyalist devrim olmasa bile ulusal kurtuluş savaşı ile buna belli ölçülerde karşı koyacaklardı. Nasıl ki Ruslardan biraz önce medeniyete adım atmışlarsa yine onlardan biraz önce Anadolu Kurtuluş Savaşı ile emperyalizmle kavgaya tutuşacaklardı.
Dördüncü sırada, ilk medeniyet örneklerinden birini ortaya koyan ve tam da bu yüzden göçebe Moğol ve Türk Komünlerinin akınlarına maruz kalan Çin vardı. Binlerce yıl önce medenileşmiş olan Çin’de Türk-Moğol komün akınlarına karşı direnişte Yuen, Ming, Çing gibi komün gelenekli hanedanlar yeniden canlanmış, böylece Çin’de hanedanlar egemenliği dönemi başlamıştı. Antik tarihin sonunda ise Ming Sülalesi 200 yıl içinde çürüyerek, köylü isyanları ve Japon akınları altında, yerini Çing Hanedanına bırakacaktı. Böylece Çin modern çevrime doğumdan çok,Türkiye'ye benzer bir şekilde yarı sömürge olmaya yatkın bir derebeyileşme içine giriyordu.
Beşinci sırada medeniyete en ilk geçenlerden ama Himalaya dağları gibi devasa bir doğal engel yüzünden barbar akınlarına (tarihsel devrimlere) kapalı kalan Hindistan vardı. Hindistan'da sadece en son göçebe Babür'ün liderliğindeki komünal akınlarla bir miktar Kuzey Hindistan canlanacaktı. Hindistan Babür’ün zayıf akınları için bir tür antrenman sahası oluyordu. Hindistan, Himalaya Dağlarıyla ilkel komünlerin akınlara kapalı kalarak korunduğu için binlerce yıl boyunca derebeylikte kastlaşmış ve çürümeye yüz tutmuştu. Böylece onun kaderine, modern çevrime doğmak değil, doğacak olan bu yeni sistemin (Klasik İngiliz Kapitalizmin) tam sömürgesi olmak düşüyordu.
Görüldüğü gibi antik topumların bir sonraki modern toplumsal çevrime geçişleri aynı zamanda ve aynı koşullarla olmamıştı. Modern çevrimin günümüzde yaşadığı bu tıkanıklık ve yeni toplumsallığın doğumu da antik tarihtekine benzer belli bir sıralama ile olacağını öngörebiliriz. Çünkü moden çevrim de bambaşka olaylarla fakat aynı konuncul gidişle yaşıyor bu tıkanıklığı.İşte içinden geçtiğimiz ve sınıflı toplumun son kontenjanı olan kişi çevrimi tam olarak bu tıkanma ve yeni toplumsallığa doğum çağdır. Modern tarihin sonundaki bu tıkanıklığı ve yeni toplumsallığın doğumunda toplumların rollerini bu kanuncul gidişle şimdi daha doğru bir şekilde ele almamız mümkün.
Modern Tarihteki Tıkanıklık ve İkinci Büyük Doğumda Toplumların Rolü
Konuyu modern tarih açısından da somut olarak ele alalım. Öncelikle 500 yıllık modern tarihin yine antik tarih gibi yerel olarak başladığını sonraki aşamada kıtalararası hale geldiğini ve son aşamasının küreselleşme olduğunu görmeliyiz. Dikkat edersek antik tarih için de aynı kanuncul gelişim geçerliydi. Yine aynı kanuncul gidişin eseri olarak nasıl ki antik çevrim yani ilk sınıflı toplum Sümer'de (Irak) başlangıç yaptı, modern sınıflı toplum da İngiltere'de tek bir yerellikte başlangıç yapar. Devamla hem antik çevrimdeki başlangıç noktası, hem de modern çevrimin başlangıç noktası diğerlerine de tohum olur. Her iki çevrimin tüm etkileri diğer tüm toplumlara sıçrama yapar. Yerel, kıtalararası ve küresel aşamaların hepsini her iki çevrim de yaşar fakat unutmamamız gereken nokta bambaşka olaylarla cereyan etmesidir tüm bu gelişmelerin.
Modern toplumsal çevrim de tıpkı Barbar Komünler ile Medeniyetler savaşında olduğu gibi, Burjuva ile Proletarya sınıfları arasındaki savaştan hız alarak tüm yeryüzüne yayıldı ve en sonunda küreselleşmiş oldu. Avrupa, Amerika, Japonya sosyal devrimleriyle ve ağır sanayi tekniğine geçerek tekelcileşmiş yani bildiğimiz emperyalizm haline gelmiş oldu. Emperyalizm ise kapitalizmin kıtalararası haline geldiği ikinci aşamasdır. Bu aşamada kaptalistler arası rekabet pazarların paylaşımı daha doğrusu paylaşılamaması sonucu savaşlara neden oldu. İşte tam bu gelişme ile birlikte savaş ve devrim döngüsü yeniden işlemeye başladı ve kapitalizmin önü sosyalist devrimlerle kesildi.
Antik tarihte de medeniyetler kıtalararası aşamaya geldiği zaman önü Kıtalararası Tarihsel Devrimlerle (İskender ve Attila) kesilmişti. İskender ve Attila'nın bu akınları antik pazarları önce zayıflatmış fakat hemen sonrasında ise daha büyük bir canlanmaya sebep olmuştu. Antik çevrimin küreselleşme yolunda hız kazanması da zaten bu akınlarla mümkün olmuştur. Aynı gelişmeyi modern tarihte de bir üst çevrimiyle ve bambaşka olaylarla birlikte görürüz.Modern tarihte de emperyalizmin önü kıtalararası aşamada, sosyalist devrimlerle kesilmesine rağmen onu bütünüyle öldüremedi tam tersine onun küresel aşamaya geçişine hız katmış oldu.
Nihayetinde küreselleştikleri aşamada her iki toplumsal çevrimde bütünüyle çöküş ve doğum için hazır hale gelebilmişlerdi. Emperyalizmin sonraki aşaması küreselleşme oldu ve bu aşamada (kişi çevrimi) tümden ölen ve ölürken de doğayı da insanlığı da öldüren etkilerini herkesin anlayabileceği bir naktaya vardırmış oldu.
Yine çevrim yasaları ile olayları yorumladığımızda bambaşka ve apaçık başka bir gerçeğe ulaşırız. Nasıl ki antik tarihin sonunda tarihsel devrim yapacak komün gücü kalmayınca ortaya modern sosyal sınıflar ve onların modern sosyal devrimleri çıkmışsa tıpkı onun gibi modern çevrimin sonunda da tarih sahnesine ''kişi'' ya da gerçek ''insan'' çıkıyordu.
Elbette antik tarihin sonunda nasıl komün gücü bütünüyle bitmemiş sadece eskisi gibi devrim yapacak durumdan çıkmış fakat insanlığın bağrında, geleneksel olarak yaşıyor ve sosyal devrime yöneliyorsa, tıpkı onun gibi modern tarihin sonunda da proletarya bitmemiş tersine daha büyük bir çoğunluk ile yeryüzüne yayılmıştı. Ancak artık eski biçimiyle devrim yapacak durumdan çıkmıştı. Şimdi devrimin yeniden öncü gücü olabilmesi için, diğer sınıflarla birlikte kendisini de ortadan kaldırabilecek ''insan'' karakterine doğru gelişmesi gerekiyordu.
Toplumsal çevrimlerin bilgisine bu açıklıkla ulaşabilmek de yine bu çağa özgüdür, çünkü çöküş ve doğumun tarihsel olarak saati de yaklaşmaktadır. Dolayısı ile bu süreçlere dair bilgi ve keşifler de ancak saati geldiğinde ortaya çıkabilirdi. Yani ancak modern tarihin sonuda tüm doğa ve insan tarihinin gidişat kanunlarını bilince çıkarmak mümkün hale gelebilirdi ki eksiği gediği ile öyle de oldu. Bütüncül teori tamamen bu türden keşifler üzerine kuruludur. Tam da bu noktada tarihin ikinci büyük doğumu başlamış oluyor, modern tarih sahnesi kendisini ikinci büyük doğuma hazırlıyordu.
Toplumsal çevrimdeki ikinci büyük doğumun da birincisi gibi yine eşitsiz gelişim yasasına uyarak belli bir hiyerarşi ile gerçekleşeceğini öngörmeliyiz.
Tıpkı birinci büyük doğumda olduğu gibi, ikinci doğumun da bir başlangıç noktası vardır. Bu başlangıç her halükarda modern çevrimi her yönüyle algılayabilen stratejik bir noktada olması gerekir. Çevrimlerin ilerleyişindeki motif bize bu noktasın en gelişmiş ülkelerin gerisi ve en geri ülkelerin en gelişmişi olabileceğini söylüyor. Yeryüzünde bu tarife uyan tek nokta bulunur, Türkiye. Buradan modern çevrimin en ilerisi Amerika veya Avrupa'yı da anlamak ve iletişim kurmak mümkün olduğu gibi, en geri Asya, Afrika'yı da anlamak ve iletişim kurmak mümkündür. Yani Türkiye her iki atmosferin kesiştiği sınır çizgisidir. Tüm çevrimlerde böyledir, iki toplumsal, kültürel alanın tam sınır çizgisinde başlangıç bulur kendisine. Çünkü her iki ortamın birbiriyle karşılaştığı en verimli yer tam da bu sınır çizgileridir. Ne ararsanız arayın tam da bu sınır çizgilerinde her iki ortamın toplamından daha fazlası bulunur. Basit bir örnekle, örneğin Taksim Alanından hem Londra'yı anlayabilirsiniz hem de Tahran'ı. Fakat Londra'dan baktığınızda Tahran'ı anlmak pek mümkün olmaz, ya da aynı şekilde Tahran'dan bakıp Londra'yı anlamak o kadar da kolay olmaz. Fakat buradan her ikisini de anlamak ve her ikisiyle iletişim halinde olmak daha mümkündür. İşte tam da bu nedenle sınır çizgisi dolayısıyla modern çevrimden sonraki toplum biçiminin doğum yeri Türkiye'dir. Kaldı ki bunun ilk müjdejisi bütüncül teori olmuştur. Her şeyin ve bu arada yeni toplumsallığın da öncelikle ruh doğar maddi ya da fiziki hayatı ise sonrasında somut olarak yaşanmaya başlar. Çevrim yasalarının işleyiş biçimlerine yakından bakarsak başlangıç paternlerini açıkça görebiliriz. İşte eski tabirle konuşursak zayıf halka da aynı zamanda ana halka hep buralardadır. Bu ana halkalardan başlayan çevrim önüne çıkan herşeyi kendi girdabına alır. Kişi çevriminin sonu da ortaçağın sonu gibi uzun ve bitmeyecek gibi görünebilir, fakat tarihteki büyük dönüşümlerin yaşadığı kaderi paylaşır. En olgun doğumu yapabilmek için uzun bir hazırlık ve hamilelik süresine ihtiyaç vardır çünkü. Sınıflı toplum tarihinin bu son durağının kolayca geçilemeyeceğini öngörmeliyiz. Ana halkanın hazırlık süreci zor, dolambaçlı, zahmetli olur fakat ana halkanın ya da başlangıç noktasının kendi kaderini görme süreci tamamlandıktan sonra bu ana halka sınıflı toplumun diğer halkalarını da kökten sarsıp ikinci büyük doğum zincirinin diğer halkalarını da peşinden sürükler. Tarihin önümüze koyduğu bu ikinci büyük doğuma dair somut etütler ve çalışmalar yapılması gerektiği gün gibi açık olmakla beraber şimdilik görebildiğimiz kadarıyla bu karmaşıklığı bütüncül bakış açısı ile ele almaya çalışalım.
İkinci Büyük Doğumda Başlangıç Noktası ve Doğumların Hiyerarşisi
Birinci sırada, Türkiye gelir. Çünkü medeniyete en son geçen Rusya bütün enerjisini sosyalizm yolundan kalkınarak ve sonunda emperyalistleşerek harcamıştır. Medeniyete Rusya’dan bir önce geçen Türkiye ise, kendisini bu son yüz yıl boyunca hep ikinci büyük doğuma hazırlamıştır. Ve geri ülkelerin en ilerisine ileri ülkelerin de en gerisine sıkışıp kalmıştır. Ne ileriye ne de geriye gidemez. Doğumdan başka hiçbir şansı yoktur. Ve artık bu duruma benzer ülkeler de az değildir. Üstelik artık sosyalizme geçiş devrimlerinde olduğu gibi devrimler arasında büyük uçurumlar da bulunmaz. Yani Türkiye, Sovyet devriminin yaşadığı yalnızlığı hatırlarsak Türkiye yeni toplumsallığa doğum sırasında o kadar yalnız kalmayacaktır. Çünkü sınıflı toplumun çıkar üzerine kurulu küreselleşmesinin aldatmacası da böylece gerçek küreselleşme ve kardeşlikle sonuçlanmış olacaktır. Bu başlangıç aynı zamanda gerçek küreselleşmenin, sınırların, sınıfların, tapuların, pasaportların yok olmasının başlangıcı olacağını insanlığın kavrayabileceği bir mecraya girmiş bulunuyoruz.
İkinci sırada, hemen Türkiye’nin yanı başında olan ve onları her türlü maddi gücünden, tarihten ve kültüründen aldığı hızla etkileyebileceği toplumlar gelir. En başta Kürtler, Araplar ve Şiiler (İran), Irak, Mısır, Kuzey Afrika ve öteki uçta yer alan Kafkaslar ve Orta Asya ülkeleri vardır. Zaten Türkiye’nin kapitalizmin küresel sistemini sarsıcı ana halka oluşu da bir yönüyle, bu etkilerinin tarih boyunca yoğunlaşmış olmasından ileri gelir. Bu ülkeler medeniyete en ilk geçen ülkeler olmakla birlikte, modern tarih sürecinde birinci ve ikinci savaşlar ile ve bloklar kapışması ile yeterince uyarılmış ve gelişim yeteneklerini ortaya çıkarmış ülkelerdir. Ve sanıldığından daha fazla kültür derinliğine sahiptirler. Yeni kuşakların canlılığı ile Türkiye’ye yetişmek üzeredirler.
Üçüncü sırada,Türkiye ile yarışabilecek güçte olan toplumlar gelir. Latin Amerika'da Brezilya ve Arjantin, Güney Asya’da ise Pakistan ve Hindistan gelir. Latin Amerika'da Brezilya ve Arjantin ekonomik açıdan Türkiye ile aynı gibi görünürler fakat bu aldatıcıdır. İkinci büyük doğum için ekonomik çap yeterli olmayıp kültürel derinlik ve stratejik konum daha önemlidir. Latin Amerika bu açılardan büyük eksiklikler barındırır. ABD’nin yıldırıcı etkisine kolayca girebilecek stratejik konumları, kültürel derinlik eksikliğiyle bütünleşince doğumda arka sıralara düşürecektir. Latin Amerika adı üzerinde, Avrupa’dan göçle kolonizasyon ile yaratılmıştır. Türkiye gibi derin bir antik ve modern tarih bütünlüğüne ve kültürüne sahip değillerdir. Fakat ikinci büyük doğum sırasında ve sonrasında katkılarını fazlasıyla sunabilirler ve gelişebilirler.
Pakistan ve Hindistan, büyük doğumu derinliğiyle hissedebilecek fakat uzun bir hamilelik süresine ihtiyacı olan ve Türkiye’yi İran ve Mısır gibi bir adım geriden izleyen Türkiye’ye çok benzeyen toplumlardır. Güney Afrika da benzer durumdadır.
Dördüncü sırada Çin bulunur. Çin ne savaş ne barışla kolayca çözülemez. Doğum ve eğitim süresi en uzun toplumdur. Fakat yine tam da bu durumundan ötürü insanlığın büyük doğumu için çok olumlu bir denge özelliğine sahiptir. Büyük doğumla birlikte ve sonrasında büyük katkıları olabilecek, toplumsal çevrimin ilerleyişini garantileyen, insanlığın en eski atalarının komünal geleneklerine sahip toplumudur. Ki bu özelliğiyle mevcut olanı korumak, geliştirmek ve dengeler bozulduğunda dengeleri hatırlatan bir etkisi olur.
Endonezya, Güney Kore, Tayland, Malezya gibi uzak doğu ülkeleri de hemen Türkiye’yi izleyebilecek yapıda toplumlardır. Ancak yine kültürel derinlik ve stratejik konum bakımından başrol oynayamazlar. Çin’den önce büyük doğuma girebilseler de sarsıcı bir öncülük açısından Çin’in üstlenebileceği türten tarihsel görevleri başaramazlar.
Afrika ayrıca üzerinde durulması gereken kanmaşık toplumlar kıtasıdır.Orta Afrika ise her yönüyle arka sıradadır. Afrika ikinci büyük doğuma en son entegre olabilecek bir toplumsal yapıya sahiptir.
Modern tarihin sonundaki tıkanma ve yeni bir toplumsallığa doğumda toplumların ne kadar hazır olup olmadıkları bir tarafa kişi olarak da ikinci büyük doğuma hazır olmak önemli. Hazır olsak da olmasak ta yeni bir tarihin başlangıcına, bu kez ikinci evrensel doğum ve dönüşüm aşamasına gelinmişti bir kere. Bu sınıflı toplum tarihinin sonu ve yeni bir toplumsallığın tarihteki ikinci doğum örneğidir. İlkinde antik tarih yerini moden tarihe bırakmıştı. Şimdi ise modern toplum sürdürülemez bir durumda ve yeni bir toplumsallık için tarihin tekerleği dönmeye başladı bile. Fakat bu doğum bilinen eski çağın doğum ebesi diyebileceğimiz devrimlerle gelen doğumlara benzemiyordu. Zaten kitleler de kişiler de o tür eski tarz devrimleri istemiyorlardı. Yeni bir çağ açılıyordu fakat bu çağı açacak olan şey eskiden olduğu gibi ne savaş ne de devrim olmayacaktı. Ya da bildiğimiz biçimleriyle savaşlar ve devrimlerin artık hiçbir hükmünün kalmadığı o kadar açık hale gelecekti ki yeni çevrimde daha doğumundan itibaren şiddete, ölüme yer yoktu ve daha başlangıcında bunu savaşsız, devrimsiz yapacaktı. Fakat diğer yandan tüm savaşlar ve devrimler çağından derslerini almış olarak yapacaktı bunu. Eskinin savaş ya da devrim tarzları ile arasına sınır koymak için önümüzdeki dönüşümü doğum kavramı ile ifade etmeye çalışmak daha doğru olabilirdi. Yeni çağın başlangıç noktalarından birisi de teorik doğumdu ve eskinin idelojilerinden tam bir kopuş demekti ve aynı zamanda onların mezar taşıydı. Diğer yandan zorluğu da buradaydı. İnsanın homo sapiens olarak doğumuna benzer bir şekilde uzun bir hamilelik süresi ve sonrasında da uzun bir eğitim süresi gerektiriyordu. Diğer yandan tarihin yeniden okunmasında büyük kolaylıklar sağlayan teorik doğum eksiği gediği ile tamamlanmıştı. Sonrasında bizde ve her yerde benzer söylemlerin çağın atmosferinın de etkisi ile çoğalması beklenebilirdi.
İşte içinde bulunduğumuz sınıflı toplumun son aşaması olan çağımız bir yönüyle çöküş diğer yönüyle de yeni yaşam biçiminin doğumu demekti. Sümer'de başlayan sınıflı toplum macerasının sonundayız nihayet. Sümer'de başlayan antik tarih 6500 yılın sonunda küresellik kazanmıştı. Küresellik ve tıkanmadan sonra ise modern toplum ve sınıflar doğmuştu. Modern tarih ise 500 yılda küresel aşamasına ulaştı. Son elli yılda ise kişler çağı dediğimiz yeni bir çevrimi yaşıyoruz. Ki bu çağ çöküş ve doğum çağının da adıdır. Çağın sonunda pazarların küresel bütünlüğü savaşların çıkamayışı ile birlikte devrimlerin de olamayışını beraberinde getirmişti. Böylelikle küresel kapitalizm, 7000 yıllık sınıflı toplumun bütün insan ve doğa kaynaklarını kemirerek varabileceği en yüksek aşamaya kadar çıkmış orada belirli bir istikrarla adeta durgun ve durdukça kirlenen bir su gibi kalmıştı. Bu durum elbette sonsuza kadar süremezdi. İşte bu durgun suda yeni bir dalga yaratabilecek bir etki tam da bu noktada ortaya çıkıyordu; eskinin komünleri ya da sınıfları değildi bu etkinin sahibi. Komünlerin, sınıfların, ulusların, tam da ortasında gelişip kendisini olgunlaştıran ''kişi'' dediğimiz etkidir bunu adı. Evet artık önümüzdeki zamanlarda kişi denilen efektin tarihi nasıl şekillendireceğini görebileceğiz.
Her çağın belli bir baş rolü olur. Önümüzdeki yaşam biçiminin başrolü ise ''kişi''dir. Aslında kişi denilen tarihsel unsur bir süredir ortaya çıkmaya çalışıyor fakat yeterince desteklenmediği için henüz etkisini tam olarak ortaya koyamıyor. Fakat önümüzdeki zamanlarda tüm yetenekleriyle tarihsel bir etken olarak ''kişi gücünü'' görebiliriz. Bu gerçeği nasıl bu kadar açık ifade ettiğimize gelince tarihi, kendi gidişat yasaları ile okuyarak denilebilir. Çünkü aynı kanunun bir üst çevrimde de işlediğini görürüz. Zaten genetik kodları içinden çıktığı çağda oluşmuştur. Olaylar değişebilir fakat kanun değişmez, yer çekimi kanunu gibi uzay zamanın her yerinde işler.
Böylece gelişmeleri tarihin kanunlarıyla değerlendirdiğimizde olayların kendisini öngöremezsek bile nereye varacağını öngörebiliriz. Örneğin olayın kendisi kriz olabilir, büyük doğa olayları olabilir, salgınlar, hastalıklar, savaşlar, devrimler olabilir fakat sonuçta ne olacağını öngörebiliriz. Bu öngörüye sahip olunca kanuncul ilerleyişle uyumlu bir gelecek tasavvuru oluşturabiliriz. İşte tarihin gidişat yasalarına hakim olmak ya da çevrimi okumak bize böylesine bir kolaylık sağlar. Kıyametin ortasında bile olaylara kuş bakışı bakabilmek ne yapacağını bilmenin, yolunu görmenin özgüvenini ve rahatlığını verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder