
Efsaneyi kelimesi kelimesine burada yazmaya gerek yok. Zaten aynı hikaye başka isimlerle ve nüanslarla, örneğin Babil ve Sümer medeniyetlerinde de mevcut, hatta Doğu Avrupa'da bile bulabilirsiniz.
Tanrı ilk başta Lilith ve Adem'i yarattı. Ancak Adem sürekli otorite olmak, hatta yatakta bile üstte olmak istiyordu. Ancak Lilith, Adem'in otoritesine izin vermedi. Çünkü rab/tanrı/allah her ikisini de eş değerde yaratmıştı. Ancak Adem kendisini bereketli gökyüzü, yaşam veren Lilith'i de bereketli toprağa benzeterek üstte olmayı sürdürür. Lilith bu duruma itiraz eder ve tanrının 100 . adını söyleyerek ortadan kaybolur ve cennetten uzaklaşır. Yaşam olanaklarını terk eder, yer altına doğru yolculuğu başlar. Çevresindeki cinlerle ve şamaelle(şeytanla) ilişkiye girerek ondan çocuklar doğurur. Cennette yalnız kalan Adem dua ederek Lilith'i geri ister. Tanrı üç meleğini Lilith'e göndererek cennete geri dönmesini ister. Aksi takdirde Lillith'in şamaelden doğan çocuklarını öldürteceğini melekleri aracılığı ile bildirir. Lilith dönmeyi reddeder ve çocukları öldürülür. Daha sonra tanrı Adem'in kaburga kemiğinden Havva'yı ona eş olarak yaratır. Lilith ise artık diğer tüm dışlanmışlar, kovulmuşlar gibi yer altına kötüler diyarına çekilmiştir. Artık bundan sonra Havva soyundan gelen bütün erkek çocukları ve kız çocukları öldürecektir. Sadece ona elçilik için görevlendirilen üç meleğin simgelerinin yanlarında olduğu çocuklara dokunmayacaktır. Tevrat'ta geçen ana hikayenin özü ayrıntısız kabaca bu şekildedir.
Doğadan - İnsana Geçiş
Konumuz, Adem, Lilith, Havva miti özelinde ilkel komünal toplum tarihinin (vahşet çağı ve barbaklık çağı) yorumlanışıdır. Bu yüzden öncelikle ,vahşet tarihine dair belgelerle insanın evrimi üzerinde duralım biraz.
İnsan Toplumu ve Doğa tarihinin bütünlüklü sentezi , günümüzün kişi çevrimiyle bütünleştirilerek yapılamadıkça , hayvandan insana geçiş ve onun alt çevrimleri aydınlatılamaz.
İnsanlık tarihi , konumuz açısından üç büyük çağa ayrılır. Vahşet Çağı yaklaşık üç milyon yıl sürer. Barbarlık çağı en erken elli bin yıl kadar sürer. Sınıflı toplum (Medeniyetler) Çevrimi ise yaklaşık yedi bin yıldır süregelmektedir.
Bu üç çağ birlikte ele alındığında doğru ve üstün bir senteze varılabilmiştir. Çünkü insan toplumunun evrimi bir bütündür. Ve günümüzdeki sınıflı toplumun son durağı olan kişi çevrimi ya da çağı ise modern bir çağ olmasına rağmen, doğrudan en ilkel vahşet çevrimiyle bağlantılıdır. Çünkü , Kişi iç kişiliklerine parçalanırken , doğrudan vahşet çevriminden aldığı genetik ve geleneksel temelleri bir bir ortaya çıkarır. Bunun bugünkü verileri ise insanın ana rahmindeki ilk embriyo gelişimlerinden başlayarak ölünceye dek geçirdiği aşamalar izlendiğinde görülebiliyor. Bu yüzden vahşet çevrimiyle ilgili belgeleri ne kadar detaylı incelersek gerçeğe o kadar yaklaşırız. Fakat bütün bunların da bir yerde yetersiz kaldığını göreceğiz. Eğer bütün bu yorumlarımızı, doğanın gelişim tarihi ile de bütünleştiremez ve sentezleştiremezsek yine tartışmalar, tereddütler devam eder. Toplumsal çevrimlerin içinden çıktığı doğal çevrimlerle dolaysız bağını kurmak ve bütüncül olarak bakmak doğru yoruma götürür.
Vahşet tarihindeki belgelere, kendimizi bütün tarihten soyutlayarak bakarsak, hiçbir şekilde gerçek sebeplere ulaşamayız. Çünkü vahşet tarihi, tarih kitaplarında kalmış ve dondurulmuş kitap sayfaları veya belgeler yığını değildir. Doğrudan doğruya geçmiş mirasımızdır. Beden ve beyinlerimiz vahşet çevriminin mirasıdır çünkü.
Vahşet tarihinde insan toplumunun kuruluşu, sanıldığı gibi, toplumun üretim ve tekniğin keşfi ile değil, tersine doğanın üreyim sıçramasıyla kurulmuştur. Çünkü aletin insanı yaratamayacak kadar cılız olduğu gerçeği atlanmıştır. Aleti yaratıp kullanan güç de doğanın üreyim sıçramasıyla ilerleyişidir. Aslında bunda anlaşılamayacak hiçbir şey yoktu, insan doğadan çıkıp gelişiyordu. Üretimi yaratan insandı, insanı üretim yaratmamıştı. O halde doğa insanı nasıl yaratmıştı, asıl soru buydu. Biz ise, bu soruyu sormaksızın, hepimizin alışık olduğu, yadsımadığı hazır bir cevap veriyorduk: İnsanı alet yaratmıştır. Hayır insanı alet yaratamazdı. Çünkü alet, zaten vardı. Doğadaki hemen bütün gelişkin canlıların aleti kullandığını biliyoruz. Doğada aleti yaratıp kullandıran güç ise üreyimin evrim geçirmesiydi. Üreyimin kalite atlamasıydı. Daha net söylerser doğanın üreme yeteneği belli çevrimlerden geçerek toplumu yaratabiliyordu. Bu çevrimlerin merkezindeyse hayvan üreme sisteminin insanlaşması vardı.
Bugün, böyle bir bakış açısıyla vahşet tarihinin belgelerine baktığımız zaman konu bambaşka anlamlar kazanır. Vahşet tarihiyle ilgili bütün bilim adamlarını umutsuzluğa düşüren konu şudur, ''alete ve üretime büyük yaratıcı olarak verdiğimiz öneme rağmen , alet ve üretimin varlığını anlatan belgeler o denli cılız''. Gerçekten de taş araç teknolojisinin ürünü olan alet kalıntıları 1,2 milyon yıllık dönemde çarpıcı bir gelişmeyi ya da ilerlemeyi yansıtmaz. Üretilen araçların sayısında, türünde duraklama tanımlaması daha yerinde olur aslında. '' 2,5 ile 1,7 milyon yıl öncesinden kalma en eski taş araçlar, yani OLDOVAN teknolojisinin ürünleri çok ilkel nitelikli araçlardı.Ve bir milyon yıldır çarpıcı hiçbir gelişme olmaksızın öylece kalmışlardı.
Aslında bu alet gelişimindeki duraklama, alet gelişimi tarihine baktığımızda, yukarı vahşet çağına kadar, yani taş çağının en üstün insanı olan sapiens çağına kadar, yani zamanımızdan İkiyüz bin ile otuzbeş bin yıl önceye kadar sürmektedir. Alet gelişiminde en büyük aşama ateşin keşfidir. Fakat ateş bile beş yüz bin yıl önce keşfedilmesine rağmen yaygın kullanımı bu tarihlere rastlar. Ancak aletlerde yine büyük bir sıçrama olmaz. Sapiens türünün en gelişkin döneminde bile aletler, taştan kemik ve boynuz yapımı aletlere sıçramıştır, o kadar. Ve bu noktada göreceğimiz gibi bir yanılgı bulunur: Sapiens insanı ancak en son aşamasında, yani vahşetten barbarlığa geçiş sırasında, kemik aletler kullanabilmiştir. İnsan beyni, dili, başparmağı da bu dönemde bugünkü insan seviyesine ulaşmış, insanlaşmanın anatomisi tamamlanabilmiştir.
Üretim sürecine baktığımız zaman da gelişim; bitki, kök, meyve toplayıcılığının yanında yavaş gelişen avcılıktan ibarettir. Avcılık da aslında bir çeşit toplayıcılık anlamını aşmış sayılmaz. Bu yüzden alet gelişimi tarihini daha dikkatle gözden geçirdiğimizde, aletin insanı yaratamayacağını, hatta aleti yaratanın insan toplumu olduğunu daha kolay anlayıp kabul edebiliriz. Ama insan toplumunu yaratan nedir ?
Alet gelişimi tarihinde üç büyük aşama vardır. Ama bu üç büyük aşama bile hep taş çağıdır ve durgunluğu hiçbir zaman aşamaz:
Olduvan taş aletleri: 2,5 milyon yıl öncesi ile 1,7 milyon yılları arasında gelişmiştir,
Aşöliyen taş aletleri: 1, 7 milyon yılları ile 200 bin yıllları arasında gelişir,
Musterien taş aletleri: 200 bin yıl öncesi ile 35 bin yıl öncesinde gelişmiştir .
İnanılmaz ama gerçek olan şudur : Bu taş aletler, çok basit sade bir yontuşla elde edilmiş yongalar kalitesini aşamadığı ve insanlaşmayı omuzlayıp geliştiremediği ortada olduğu halde, 150 yıldır hemen bütün bilim adamları, bu aletleri abartmış ve insanı yaratan gücün alet olduğu üzerinde yoğun bir iddia geliştirilmiştir. Elbette bunun nedeni eldeki verilerin azlığı idi. Hatta 1990 lı yıllarda bile bu konuya ağırlık veren bilim adamları artık bu kuşku içinde sarsılmaktadırlar: “Arkaik Sapienslerin ortaya çıkmasına değin bu alet sayısında belirgin bir artış olmamıştır. Bu durum insan evrimi açısından çok uzun bir teknolojik durgunluk demektir. Aşöliyen teknolojisindeki tek ilerleme , taş aletlerin balta veya kazma biçimine sokulmuş kaba biçimleridir. En ustaca yapılmış taştan el baltalarının görece geç arkeolojik kazılarda bulunmuş olmasına karşın zaman ilerledikçe, el becerisinde düzenli ve kararlı bir ilerleme söz konusu olmaz. Sonraki dönemlere ait kimi araçlar arkeolojik kaydın başlangıcına ait olanlar kadar ilkel yapılıydı. “ ( M. İnsanın Kökeni. s : 41 . )
Bu noktada başparmak gelişimine baktığımız zaman, alet gelişimindeki bu durgunluğun başparmak gelişimine de yansıdığını izleriz. Zamanımızdan 200 bin yıl öncesine ait Neanderthal türün başparmağının şaşırtıcı bir şekilde henüz yeterince oynaklaşamamış olduğunu görürüz. Fakat buna rağmen beyin gelişimi aşırıdır Neandertalin. Bugünkü insan beyin hacmini bile çok aşırı geçmiştir. 1600 cm küpü aşmıştır. Ancak düşünce ve dil beyni henüz zayıftır. Daha çok arka beyin yani beş duyu beyni gelişmiştir. Çünkü ateş ve mağara yaşamı keşfedilmiş, ruhsal gelişim hızlanmıştır. Ölü gömme geleneği, totem tanrı inanışları ortaya çıkmış ve gelişmektedir. Dildeki gelişim de iki heceli konuşmalar biçiminde olsa bile anlaşmayı sağlayabilir bir düzeye ulaşmıştır.
Musterien alet gelişimine baktığımızda da, aletler sadece sayıca çoğalmıştır. Yine taştandır ve biraz daha kesicileşmiştir. Ama beyin gelişimi ve dil gelişimi ve üreme yasaklarını temsil eden totem tanrı inanışları çok ileri durumdadır, bunların gelişimi daha hızlıdır.
Nitekim, vahşet tarihinin en son aşamasında, 40 bin yıl öncesinde gelişebilen aletlerde bir kalite atlamasına rastlanabilir. Magdeliyan kültüründe, aletler, kemik ve boynuzdan yapılmaya başlanmış, olta, çuvaldız, iğne, mızrak düzeyine kadar gelişmiştir. Ancak bu gelişim bile insanın o zamanki gelişimine denk düşen bir alet gelişimi değildir. İnsan toplumu üretiminden daha ileridedir. Ki bu aşama artık vahşet çağının bitiş BARBARLIK çağının başlayış sınırlarının karıştığı aşamadır. Ok, yay, çömlekçilik, bahçe tarımı, hayvanların tek tük evcilleştirilmesi döneminin şafağı sökmek üzeredir. Buradan şunu anlıyoruz ki, insan toplumunu yaratan şey üretim değildir. Tersine üretimi yaratan şey insan toplumunun kendisidir. İnsan toplumunun oluşumu, aletten bir adım daha öncedir. Peki öyleyse insan toplumunu ve üretimini yaratan nedir? Buna genel olarak, insan toplumunu yaratan güç doğrudan doğruya doğadır, yanıtını verebiliriz. O halde doğadaki hangi mekanizmalar, işleyişler, insanı yaratabilmiştir? İşte bu noktada bu gerçekler karşısında, insanı yaratan şeyin alet olması iddiasını bırakarak yeniden doğa gerçeğine dönüyoruz. İnsanı alet yaratmadıysa insanı yaratan doğa ise, doğa insanı nasıl yaratmıştır, sorusunu daha kuvvetle sormak zorundayız.
Alet gelişiminde durgunluk olmasına rağmen, insan türlerinin gelişimi çok daha hareketlidir. Çünkü doğanın üreyim sıçramalarıyla ilerleyişi üreme sistemlerinin tıkanmasını ve yeniden açılıp bir tür devrim yapması sonucunu doğurur. İnsansı maymunlardan insan türünün ilk ayrılışı, 5 milyon yıl önceye tarihlenebiliyor. 5 milyon yıl önceki ilk geçiş fosili Australopitekus'tur. Ve bir çok çeşitleri vardır Güney ve Doğu Afrikadan Endonezya'ya yani Uzak Asya'ya kadar gezinir. 3,7 milyon öncesine ait fosil dik yürüyen ayak izleri bulunmuştur, Doğu Afrika’da ve Tanzanya’da.
Homo Habilis, yani becerikli insan denen bir tür ilk Olduvan taş aletlerini geliştirip yaygınlaştırmıştır. Yine Afrika’dan Endonezya’ya dek ekvator çizgisinde göç ederek dolaşır. Bundan sonra Pitekantrop denen insanımsı türler çoğalır. Ateşi bulup Kuzeye Çin’e çıkar. Ateş Fosilleri ilkin burada bulunur, zamanımızdan 400 bin yıl önce. Sinantropus adını alan bu türler Asya’dan Avrupa’ya doğru gelişir ve başka başka çeşitler halinde çoğalır: Piltdovn ve Heiderberg insanı gibi. Bu türlerin yaygınlaştığı zaman 400 bin ile 200 bin yıl önceleridir. Arkadan yine ateşi daha iyi kullanan Neanderthal insan türü ortaya çıkar ki, bu tür de bir çok çeşitler halinde onbinlerce yıl içinde gelişip yaygınlaşır. Mağaralardan ateş ile ayıyı kovar ve mağaralara yerleşir. Hemen bunun yanı başında Sapiens denen akıl insanı belirip çeşitlenir. Sapiens insan türü, Grimaldi ve Kromanyon tipleri ile yaygınlaşır. Bütün bu insan türlerinin gelişimi boyunca insansı maymun fizyoloji ve anatomisini aştıklarını izleriz aşama aşama. Ancak alet gelişimi bu insanlaşma sürecine paralel olarak gelişmez. Tersine, alet gelişimi tarihi bir türlü durgunluk çemberini kıramaz. Hep taş yontmacılığında oyalanır. Yani bu insan türlerinin gelişimi alet gelişimini çoktan aşmıştır. Hatta bu öyle bir gelişim seyri izler ki, insan türleri bu günkü insan anatomisine ulaştığı halde alet gelişimi hep aynı taş yontmacılığında kalır diyebiliriz. Bu yorumun abartısız olduğunu alet gelişimi tarihine dikkatli göz atan herkes anlamakta gecikmeyecektir. Taş aletlerin görüntüleri ortadadır, yontulmuş ve keskinleştirilip zamanla basitçe bağlanarak balta haline getirilmiş taşlardır. Atladığımız önemli nokta işte tam da burasıdır. Çünkü vahşet tarihine, günümüzün teknolojik önyargısıyla bakarak, bu önemli çelişkiyi atlarız .
Yaklaşık 10 milyon yıl önce, yer kabuğundaki levhalar birbirlerinden ayrılmaya başlamış, mağma tabakası yer kabuğu üzerine çıkarak yeni dağlar oluşturmuştu, bu dağlar yağmur ormanlarını yok edip çölleşmeyi arttırdı. İnsansı maymunların iki ayak üzerinde yürümelerine denk gelen bu zaman diliminde dik yürüme kurallaşmaya başladı. İnsansı maymunlardan insana doğru evrimleştiği düşünülen ilk fosil belge, G. Afrika’da, 1925yılında bulundu ve buna Australopitekus adı verildi.
İnsansı maymunlardan ayrılan ve dik yürüme yolunu tutan Australopitekus ve Homo Erektus gibi türler, evrimin en üst basamağında bulundukları için, dişilerde gebelik süresi giderek uzamıştır. Çünkü anne karnındaki yavru daha büyük bir evrim aşamasına uyum yapabilmek üzere, daha kaliteli bir beyin ve organların oluşumu sürecine sahip olduğu için ana karnında daha fazla kalmaya, hormonal beslenmeye, genetik devrelerinin tamamlanmasına ihtiyaç duyar. Mesele bununla da bitmez, yine evrimin en gelişkin basamağındaki yeni nesillerin eğitim süreleri de giderek uzar. Yavrular, genetik devrelerinin tamamlanması için yaşam içinde daha çok bakıma ihtiyaç duyarlar. Genetik devreler tamamlanırken eğitim ve öğretim süreleri de, alt aşamadaki türlere göre daha çok uzar. Çünkü insanlaşma, genetik temelinden eğitim, öğretim gerektiren toplum temeline geçiş demektir. Yavrular, böylece, daha çok anne, baba ve sürünün diğer üyelerinin bakımına ihtiyaç duyar.
İşte evrimin bu gelişimi, ister istemez Australopitekus gibi türleri iki ayak üzerinde daha kaliteli bir yaşama savaşı vermeye doğru iter. Çünkü bunu başaramadığı zaman ölecek, başardığı zaman yeni bir türü geliştirmiş olacaktır. Bu ölüm kalım savaşı onu daha ileri bir türe doğru sıçratır .
Daha ileri bir türe çıktıkça, üremedeki bu gelişimi, türün, iki ayak üzerinde yürüme ve alet kullanmasını kural haline getirmesini sağlar. Bu kendiliğinden bir gelişimdir, hayatta kalma başarısının böylelikle yakalandığını kavradıkça kavrayışını geliştirir. Bu aşama geliştikçe yeni insan türleri gelişir, yeni türler geliştikçe, hamilelik süresi ve çocukların eğitim süreleri uzar. Bu gelişim öyle bir noktaya gelir ki, alet gelişimi türlerin bu üreme gelişimini karşılayamaz hale gelir. Sürü, annelere ve çocuklara bakabilmek için toplum olmak zorunda kalır. Hayvanlarda toplum olmayı engelleyen gelişim ister istemez kırılır. Sürüden topluma geçişi engelleyen gelişim, erkeklerin, diğer erkekleri sürüden kovan, hatta öldüren harem sistemidir. Annelerin ve çocukların bakım ihtiyaçları öyle bir noktaya gelir ki, diğer erkeklerin de sürüde kalışını zorunlu kılar. Çünkü sürü sistemi, insanlaşmaya başlayan üreme kalitesinin yeni sorunlarıyla baş edemez hale gelir. Diğer erkeklerin yardımı, sorunların çözümünde etkili o oldukça, sürü topluma doğru evrim geçirir. Bu durumda sürüdeki diğer erkekler de diğer bütün dişilerle üreme hakkını elde eder. Artık bu noktada kendiliğinden toplumsal bir gelişim başlamış olur.
Bu ilk toplum nüvesidir ve üreme serbestisinin geçerli olduğu toplumun gelişimidir. Fakat bir tek tür içinde değil, bütün insan türleri içinde aşama aşama gelişen bir süreç olmalıdır. Giderek güçlenir. Çünkü henüz bu aşamada hayvan birey ne kadar sürü içinde bulunursa bulunsun, her şeyden önce bencil genlere sahiptir. Daima hayvansal üreme içgüdülerini etkisi altındadır. Bu noktada, hayvan bireyin yeni sosyal ihtiyaçlara göre eğitilmesi, içgüdülerinin baskı altına alınması gündelik çelişkiler halini alır ve toplum ile hayvan amansız bir çelişkiye girer. Toplumsallık çevriminin doğayı ve içgüdüleri baskılaması kuralı böylece beynin bir işleyiş kanunu olarak yerleşir. İnsanın daha sonraki tüm toplumsal çevrimlerinde de aynı işleyiş başka düzeylerde ortaya çıkacaktır. Üst çevrimlerin kendinden öncekileri baskılama mekanizması bu şekilde kurulur. Bu işleyiş her insanın beyninde, ruhunda vardır. Toplumsallığın zaferi, üremenin anlatmaya çalıştığımız dönüşümüyle bağlantılıdır. Üremenin ulaştığı düzey, toplumsallığı desteklediği kadar, hayvansallığı baskılar çünkü. Çoğu kere ölümle sonuçlanan cezalandırmaları getirir. Bu gelişim ilk bilinç-bilinçaltı (ruhun kökeni) karşıtlığının kurulmasıdır. Öte yandan, bu temel kurulurken de daha kaliteli bir yaşam için alet kullanmak bir kural halini alır. Ve üretim adını alabilecek bir gelişim bu toplumsallık gelişiminin hemen yanı başında böylece gelişir. Fakat asla toplumdan önce gelişemez. Bütün üretim tarihi de bunu fazlasıyla ispat eder. Üretim daima basit yeniden üretimden, geniş yeniden üretime doğru gelişir.
Doğadaki çevrimlerle toplumdaki çevrimlerin ritim farkına bakmak bu açıdan yararlı olur.Modern üretim şunun şurasında birkaç yüz yıllıktır ve doğanın üreme ritminden kat kat fazla bir ritme sahiptir. Denizden karaya çıkış ve eşeyli üreme tarihi de örneğin en fazla 400-500 milyon yıllık bir gelişimdir. Oysa genel tarih içinde bu zaman süreleri çok küçük bir zaman dilimini kapsar. Şu tespite gelmek gerekir ki, doğal döngülerin ritmiyle toplumsal döngülerin ritmi bambaşkadır ve biri diğerini doğurdukça bu ritim sürekli artarak ilerler. Ateşin kontrollü kullanımına bile baktığımızda, mağara ve orada gelişen akrabalık ilişkileri işte bu üremenin insanlaşmasıyla beraber yeni tekniklerin gelişimine hız vermiştir. Tam da bu noktada ateşin, tekniğin ve üretimin keşfinin altındaki üremenin insanlaşması yattığını görmeliyiz. Üreme insanlaşmasaydı tüm bu teknikleri geliştirebilecek bir beyin ve ruh yapısı ortaya çıkamazdı.
Doğadaki çevrimlerle toplumdaki çevrimlerin ritim farkına bakmak bu açıdan yararlı olur.Modern üretim şunun şurasında birkaç yüz yıllıktır ve doğanın üreme ritminden kat kat fazla bir ritme sahiptir. Denizden karaya çıkış ve eşeyli üreme tarihi de örneğin en fazla 400-500 milyon yıllık bir gelişimdir. Oysa genel tarih içinde bu zaman süreleri çok küçük bir zaman dilimini kapsar. Şu tespite gelmek gerekir ki, doğal döngülerin ritmiyle toplumsal döngülerin ritmi bambaşkadır ve biri diğerini doğurdukça bu ritim sürekli artarak ilerler. Ateşin kontrollü kullanımına bile baktığımızda, mağara ve orada gelişen akrabalık ilişkileri işte bu üremenin insanlaşmasıyla beraber yeni tekniklerin gelişimine hız vermiştir. Tam da bu noktada ateşin, tekniğin ve üretimin keşfinin altındaki üremenin insanlaşması yattığını görmeliyiz. Üreme insanlaşmasaydı tüm bu teknikleri geliştirebilecek bir beyin ve ruh yapısı ortaya çıkamazdı.
Şimdi de insanlaşan üreme sisteminin yeni ihtiyaçlarının barbarlık çağında toplum biçimlerini nasıl değiştirdiğini ve bu değişim içinde Lilith'ten Havva'ya nasıl geçildiğini görelim.
Aslında yukarı vahşet çağı ile aşağı barbarlık çağı birbirinin içine geçmiştir. Bu dönemde belirgin olan insan türü Grimaldi ve Kromanyon insandır. Bu insan tipi Avrupa Pirene dağlarında mağaralardaki totem resimleriyle belgelenmiştir. Ancak tabiki orta barbarlığa geçecek olan Kromanyon insan tipinin içindeki ölüm ve yaşam savaşını en yoğun hisseden birkaç komünal yapı olacaktır. Şimdi mağara resimlerindeki gelişimi görerek totem inancının nasıl insan tanrıya yani ANA TANRIYA dönüştüğünü görelim. Yukarı vahşet döneminde alet gelişiminde büyük bir çeşitlilik olduğunu görmüştük. Taş aletlerin yerini kemikten kesici aletler almıştı. Buradan da anlıyoruz ki, buradaki insan tipi avcılıkta ustalaşmış ve toplayıcılığı kısmen bırakmıştır. Ve mağara resimlerinde mamut, bizon, at figürlerini görürüz. Bu figürler o zamanki komünal toplumların yaşadığı ilk animizm inancının eserleridir aslında. Herşeyin ruhu olduğu inancı totemlere bürünmüştür. Yukarı vahşet çağı ile aşağı barbarlık çağı bu noktada tam da birbirinin içine geçmiştir. Çünkü mağaralardaki resimlere kapıdan iç kısımlara doğru gidildikçe bir değişim görülür. Kapı kısımlarında daha çok ilk inanış ve yaşamına uygun biçimde totem olduğu halde mağaranın içine doğru bu figürler ana tanrıçaya doğru evrilirler.
Peki neden ana tanrıçaya doğru evrilirler? Burada yine açıklayıcı noktayı alet gelişimi yapacaktır. Çünkü çevrede yapılan kazılarda kemikten yapılan takılar çoğunluktadır. Bu da demek oluyor ki, kutsal parçalar olan hayvan kemikleri yavaşça bilince çıkıp artık kadınların üzerinde süs olarak kadının yüceltilmesinde bir araç haline gelir. Bu bizi bir yanıta daha götürür ki o da, üremenin getirdiği sonuçtur. O dönemde kadın nüfusunun fazlalığı ve toplumda kadının isteyerek aktüel liderliği üstlenmesidir. Toplum biçimleri aşağı vahşetten barbarlığa geçerken bilinçsizce ama isteyerek kadını toplumun merkezine koymuştur. Mağara resimlerinde onu ana tanrıça haline getirmiştir, tüm hayat onun etrafında döner. İşte Lilith'in doğumu tam da burada aranmalıdır.
Peki neden ana tanrıçaya doğru evrilirler? Burada yine açıklayıcı noktayı alet gelişimi yapacaktır. Çünkü çevrede yapılan kazılarda kemikten yapılan takılar çoğunluktadır. Bu da demek oluyor ki, kutsal parçalar olan hayvan kemikleri yavaşça bilince çıkıp artık kadınların üzerinde süs olarak kadının yüceltilmesinde bir araç haline gelir. Bu bizi bir yanıta daha götürür ki o da, üremenin getirdiği sonuçtur. O dönemde kadın nüfusunun fazlalığı ve toplumda kadının isteyerek aktüel liderliği üstlenmesidir. Toplum biçimleri aşağı vahşetten barbarlığa geçerken bilinçsizce ama isteyerek kadını toplumun merkezine koymuştur. Mağara resimlerinde onu ana tanrıça haline getirmiştir, tüm hayat onun etrafında döner. İşte Lilith'in doğumu tam da burada aranmalıdır.
Fakat biz Lilith'ten sözlü ve daha sonra da yazılı efsanelerde ve dini metinlerde haberdar oluruz. Kadının toplumda ön plana çıkmasıyla beraber yine üreme ihtiyaçlarının baskısıyla barbar toplumun ikinci bir basamağına geçilmiştir. Ancak bu bölgede yaşayan her ilkel komünal topluluk bunu başaramamıştır. Üremenin yeni ihtiyaçlarını içinde en fazla barındıran birkaç kan teşkilatı bu bölgeden ayrılıp yeni yaşam koşullarını oluşturabilecek bir başka bölgeye göçerek ve buzul çağının yavaşça bitişiyle av hayvanlarını takip ederek tam anlamıyla aşağı barbar dönemi başlatır. Geride kalanlar ise duvar resmi patinajına devam edip yukarı vahşet çağında kastlaşıp kalır ve tam anlamıyla kendilerini evrimsel elenmeye terk etmiş olurlar.
Avrupa'dan ayrılan aşağı barbar ve anaerkil hukuka sahip kavimler Kafkasların üstünden doğrudan Asya steplerine geçmişlerdir. Muhtemelen daha yeni Avrupa dağlarından indikleri için Kafkaslara çıkma ihtiyacı duymazlar. Çünkü Asya stepleri beslenme ve barınma için daha çekicidir. Ve burada tüm dünya insanlarının atalarının temelleri atılır: Mongolitler ya da Moğollar olarak bilinen tüm insanlığın genetik ataları böylelikle ortaya çıkar. Asya stepleri tıpkı aşağı vahşet çağında olduğu gibi coğrafyanın etkisiyle Mongolitleri yavaşça yeni bir toplum biçimine doğru zorlamaya başlar. İleri avcılığın yanı sıra bahçe tarımı kendini göstermeye başlar. Bu toplum biçiminde hala kadın ön plandadır, dolayısıyla ana tanrıça hukuku hüküm sürer. Kadın tüm topluluğun merkezidir hala ve bu gelenek Oğuzlarla, Türkmenlerle ve birçok kavimde bir gelenek olarak devam eder. Coğrafi koşuların elverişliliği ve üreme koşullarının zorunluluğu ilkel komünal topluluğu (henüz sınıfsal işbölümü ve tabakalar ortada yoktur, herkes eşittir) hayvan evcilleştirmeye doğru bir gelişimin içine sokar. İşte bu noktada toplum içinde erkek yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Tam anlamıyla bilinçsizce ve zorunlu bir gelişimdir. Çünkü toplumun ağırlık merkezi çocuklar ve kadınlardır hala.
Kadınların yerleşik düzen içinde görevleri çocuk bakımına ve bahçecilikte kalırken, erkekler zorunlu bir şekilde vahşi hayvanların evcilleştirilip sürü haline getirilmesiyle uğraşır. Bu süreç uygun sürü hayvanlarının bulunmasıyla birlikte temel üretim ve yaşama biçimi halini alır. Tabi bu gelişim birden bire ve her yerde aynı zamanda olmaz, tam anlamıyla temel çevrim yasalarından biri olan eşitsiz gelişimle ilerler. İlkel komünal toplumda sürü ekonomisi ön plana geçip asıl yaşama biçimi olan göçebeliğe dönüştükçe erkek tanrılar da tarih sahnesine çıkmaya başlar. İşte bu noktada aslında Lilith ve Adem'in aşkında sona gelmiştir. Bugün gördüğümüz tarih kitaplarında, kutsal metinlerde yani jeneriklerde Lilith'in o yüzden adı geçmez.
Avrupa'dan ayrılan aşağı barbar ve anaerkil hukuka sahip kavimler Kafkasların üstünden doğrudan Asya steplerine geçmişlerdir. Muhtemelen daha yeni Avrupa dağlarından indikleri için Kafkaslara çıkma ihtiyacı duymazlar. Çünkü Asya stepleri beslenme ve barınma için daha çekicidir. Ve burada tüm dünya insanlarının atalarının temelleri atılır: Mongolitler ya da Moğollar olarak bilinen tüm insanlığın genetik ataları böylelikle ortaya çıkar. Asya stepleri tıpkı aşağı vahşet çağında olduğu gibi coğrafyanın etkisiyle Mongolitleri yavaşça yeni bir toplum biçimine doğru zorlamaya başlar. İleri avcılığın yanı sıra bahçe tarımı kendini göstermeye başlar. Bu toplum biçiminde hala kadın ön plandadır, dolayısıyla ana tanrıça hukuku hüküm sürer. Kadın tüm topluluğun merkezidir hala ve bu gelenek Oğuzlarla, Türkmenlerle ve birçok kavimde bir gelenek olarak devam eder. Coğrafi koşuların elverişliliği ve üreme koşullarının zorunluluğu ilkel komünal topluluğu (henüz sınıfsal işbölümü ve tabakalar ortada yoktur, herkes eşittir) hayvan evcilleştirmeye doğru bir gelişimin içine sokar. İşte bu noktada toplum içinde erkek yavaş yavaş kendini göstermeye başlar. Tam anlamıyla bilinçsizce ve zorunlu bir gelişimdir. Çünkü toplumun ağırlık merkezi çocuklar ve kadınlardır hala.
Kadınların yerleşik düzen içinde görevleri çocuk bakımına ve bahçecilikte kalırken, erkekler zorunlu bir şekilde vahşi hayvanların evcilleştirilip sürü haline getirilmesiyle uğraşır. Bu süreç uygun sürü hayvanlarının bulunmasıyla birlikte temel üretim ve yaşama biçimi halini alır. Tabi bu gelişim birden bire ve her yerde aynı zamanda olmaz, tam anlamıyla temel çevrim yasalarından biri olan eşitsiz gelişimle ilerler. İlkel komünal toplumda sürü ekonomisi ön plana geçip asıl yaşama biçimi olan göçebeliğe dönüştükçe erkek tanrılar da tarih sahnesine çıkmaya başlar. İşte bu noktada aslında Lilith ve Adem'in aşkında sona gelmiştir. Bugün gördüğümüz tarih kitaplarında, kutsal metinlerde yani jeneriklerde Lilith'in o yüzden adı geçmez.
Göçebelik asıl yaşama biçimi iken ırmak boylarında ilk yerleşimler ve ilkel toplumun ilk parçalanmaları yaşanır. Komün parçalanmaya doğru evrilir. Tarımın yanında ticaret, yazı, para ve devlet ilişkilerine benzer organizasyonlar oluşur. Bu aşama, barbarlığın üst aşamasıdır ve ilk medeniyetin (Sınıflı Toplum Çevrimi) temellerini oluşturur. Bu noktadan sonra medeniyete geçen barbarlar, tarih boyunca oluşmuş her medeniyetin gelişim kanunu olan tek tanrı ya da allah inancında yücelirler. Medeniyet kurulur gelişir ve sonunda yeni bir barbar akınına uğrayarak ya yıkılırlar ya da üst bir medeniyete geçer. Barbar, medeniyeti yıkar, yerine kendisi bir medeniyet kurar, onu da başka barbarlar yıkar. Çevrim yasaları böyledir, her zaman devri daimlerle ilerler. Örneğin Hz.İbrahim kavmi dönem itibariyle orta barbarlığı yaşarken yani anaerkil hukuktan ataerkile (sürü ekonomisine) geçerken kavminin inanç temelleri de değişmeye başlar. Ve bu olaydan tam bin yıl sonra Tevrat yazılı bir şekilde tarih sahnesine çıkar, ki buradan anladığımız Hz.İbrahim kavmi tam bin yıllık bir döngü yaşayarak medeniyete geçebilmiştir.
Sonuç olarak Lilith'ten Havva'ya geçiş hikayesi, aslında aşağı barbar, orta barbar ve yukarı barbar dönemlerin medeniyet içinde mitleşmiş, efsaneleşmiş tarihidir. Çünkü mitolojiler içlerinde toplumların yaşam biçimlerin saklarlar. Daha net olursak, Lilith'ten Havva'ya geçiş anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçiş ve ataerkil topluma uygun bir kadın yaratma hikayesidir. Erkek aklının kendisini tüm topluma yutturmasının ilk ve başarılı bir hikayesidir.
Buradan da anlaşılıyor ki, aslında kadın kesinlikle Havva olamamıştır. İçlerinde bir yerlerde ve çağımızda hala Lilith'i aramaktadır. Bu arayış son yüzyılda feminist akımlara dönüşmüştür örneğin. O yüzden herhangi bir ideoloji (gerçekliğin bir parçası olarak ideoloji) tam anlamıyla kadını anlatamaz, onu anlamak için en temel köklere inip vahşet ve barbarlık çağlarıyla birlikte yaşadığı çevrimleri bilmek gerekir.
Bizim de yukarıda yapmaya çalıştığımız tam anlamıyla aslında budur. Kadın aynı barbarlık çağında olduğu gibi totemleri nasıl bilince çıkarıp tanrılaştı ise çağımızda da ancak kendini tarih temelleriyle beraber bilince çıkarabilirse Lilithleşebilecek yani özgürleşebilecektir. İşte o zaman cennetten kovulan Lilith yani kadın tekrar tarihi bilince çıkarmış yeni kuşak erkeklerle beraber yeni bir toplumu yani cenneti kurabilecektir.
İşte o zaman aşkın tanımı yeniden yapılabilir. Ve o aşkın içinde para, pul, mülkiyet, cinsel açlıklar yada insanı esir eden hiçbir unsur bulunmaz. Hiçbir sınıflı toplum hastalığının olmadığı insanın insana aşkı ortaya çıkmış olur. Bu da yaşadığımız tüm çevrimlerin serüveninde big-bang den bu yana yeni bir genişlemeyi gözler önüne serer.
Artık AŞKI YAŞAMA zamanı gelmiş demektir.
Artık AŞKI YAŞAMA zamanı gelmiş demektir.
şimdi sözde efsaneye göre olay tevratta yazılmış ve şu an asıl din olarak inanılan islam dini üzerinden görülen , Kuran hariç her kitap değiştirilmiştir diye geçmektedir. bu efsaneyi doğrulayan bir kaynak ne kadar doğru ?
YanıtlaSiltarihsel gerçekleri yazılı ya da yazısız kaynaklardan ediniyoruz. efsanenin anlatıldığını ve öykülemesindeki değişimi bile izleyebiliyoruz. sümer tabletlerinden başlayarak,babil, akad ve anadolu yolu ile batıya geçiyor. geçtiği her yerde anlatıldığına dair kanıtlar bulunuyor. ancak efsanede anlatılanlar gerçekmi diye soruyorsan evet gerçek. yalnız efsanelerin dili simgesel dildir, her türlü gerçeği çeşitli simgelerle anlatırlar. efsanede geçen herşey aynı zamanda birer simgedir. yoksa havva ya da adem ya da lillit isimli birilerinin yaşadığını düşünmemek lazım. örneğin adem isminin adamdan geldiğin düşünülür.
YanıtlaSil